VAROLUŞ KRİZLERİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK -Ahlaki Kayıtsızlık, Kültürel Müphemlik ve Hayatın Anlamı

 

    Editör                                       Nisan 2022, Sayı: 332, Sayfa: 1

İçinde yaşadığımız küresel kültür, bir yandan zamanı akışkan hâle getirirken diğer yandan sosyal sınırları siliyor ve sabit tanımların yerine esnek ve değişebilir müphem değerleri ikame ediyor, belki böylece modernlikten de intikam alıyor. Kabul etmek gerekir ki, doğruyla yanlışı, hakikatle safsatayı birbirinden ayırmanın giderek zorlaştığı bu iklim, insanı yolundan şaşırtan, şüpheye sürükleyen, yalnızlaştıran bir süreç aynı zamanda. 

Küresel ölçekte ve kapitalist yaşam sistemi dâhilinde hemen her şeyi şekillendirme iddiasını ileri süren yaşam koçları, topluma mutluluğun kendini gerçekleştirme, maksimum potansiyele ulaşma gibi kavramlara, dolayısıyla bencilliklerin kışkırtılmasına bağlı olduğunu söylüyor ve insanlara süreklilik arz edecek şekilde kişisel gelişimlerine odaklanmayı telkin ediyorlar. Sorun da buradadır: Şematik bir tarzda sunulan böylesi öğütlerin, insana bir istikamet kazandırdığını söylemekse çok zor, zira hayat, inanç ve fikriyatlarına bakıldığında çoğu kişi için hâlâ boş ve anlamsız...

Uzun zamandır müphemlik kavramı kelime hazinemizde farklı anlamlarıyla yer buluyor, kendi içinde farklılaşan çağrışımlarıyla günden güne öne çıkıyor.  Hiç şüphesiz postmodern düşünme biçiminin önünü açan en önemli gelişmelerden birisi konumundaki müphemlik, kayıtsızlıkla kol kola girerek insanın varoluşuna ilişkin ahlaki yarılmaların ve yerinden etmelerin bütün biçimlerini kapsar. İnsanın hidayeti ve felahı için yegâne sahih istinatgâh olan son ilahi vahyin indirildiği Ramazan ayına adım atarken, vahiy bilgisinin hayatın bütününe nasıl nüfuz edeceğini gösteren Peygamberimiz (s.a.v.)’in şahsında nebevi öğretinin doğasına dair farkındalık kazanmak zaruridir. Bu bize her şeyden evvel bir hakikat olduğunu ve bunun da İslâm’la insanlığa sunulduğunu gösterir. Bu çerçevede kendi sınırlarımızın farkına vararak hayatımızı anlamlı kılmaya çalışırken, ideal yapılar ve kurumlar arayışından önce, mütevazı bir şekilde onun mücadelesini sürdürmek, ideal ilkeler ve doğrular ışığında hayata yön vermek daha doğru olacaktır. Kendimiz için, ailemiz, çevremiz, kardeşlerimiz ve tüm insanlığın iyilik ve hayrı için seferber olma zamanıdır. Zor zamanlarda dostlarımızla birlikte yol yürümenin değerini bilmeli, doğruluğuna inanmalıyız. Doğrusu “vasat ümmet” olma bilinciyle hareket eden bir toplum, her türlü aşırılıktan uzak bir şekilde ne hakikati tekelinde bulundurma teşebbüsünde bulunur ve haddini aşar ne de hakikati ortadan kaldıracak bir tarzda müphemlik kültürüne meydan verir. Vasat olmanın gereği olarak imkânlar ve sınırlar dâhilinde, fitneye meydan vermeden düşünceyi zenginleştirmenin yollarını arar.

Meselelere eleştirel bakmasını bilen ve mevcut din anlayışı ile İslâm arasındaki kopukluklara dikkat çeken İslâmcıların bu iki hususu ciddiyetle ele alması gerektiğini söyleyebiliriz. Çünkü çoğulculuk, özelliği itibarıyla hakikati ortadan kaldıran ve belirsizliği muhkem kılan postmodern tasavvurun aksine İslâm, bir meta anlatı olarak hakikat iddiasındadır. Dünya üzerindeki her şeyi değiştirebileceği ve kendine uyarlayabileceği inancından beslenen Batı’nın “hakikat” ile arasına mesafe koyması sürecinde belirginlik kazanan postmodern kayıtsızlık, Batı için gerçekten yıkıcı bir etkide bulunmuştur. Onlar nezdinde hakikatin göreceleşmesi, İslâm dünyasında İslâmî tezlerin daha yüksek sesle telaffuzunu kolaylaştırmıştır. Fakat Müslümanların küresel ölçekli tartışmalarda fikrî üstünlüklerini yetkin bir biçimde ifade edememeleri önemli bir mesele olarak hâlâ önümüzde durmaktadır.

Yerelin küresel bağlamlar, yaşam biçimleri ve iktisadi dönüşümlerden beri olmadığı günümüz sosyal benzeşmesinde hangi açılardan olursa olsun kurulacak din dilinin kuşatıcı ve küresel bir mahiyet taşıması hayati bir zorunluluktur. Bunun için toplumların yön ve istikametlerinin, felah ve ifsatlarının tayinindeki etkisi bakımından hayli önemli bir konumu bulunan entelektüellerin acilen baskın kültürün paryası olmaktan kurtulmaları gerekiyor. Pusulamızı hangi yöne çevireceğimizi gerek dünyaya gerekse kendilerine bakarak sorgulamalılar. “Müddei iddiasını ispatla mükelleftir” denilir ya, işte insanlar iddiaların ispatı için cesaretin yanında maharet içeren somut örnekler görmek istiyor.

Krizler çağında anlamın, geçici mutluluklarla aynı manaya geldiğini düşünme yanılgısına düşülse de pek çok kişi içten içe bunun ne kadar boş olduğunu seziyor. Öyleyse anlamı öznel olanda değil de ilahi hakikatte aramak daha doğru bir yol değil midir? Amaç ve araçların birbirine karıştırıldığı, gelgeç zevklerin başköşeye oturtulduğu zamanlarda, hayatta neyin peşinden gitmeye değer olduğuna nasıl karar verebiliriz? Maddiyat ve araçsallaştırma mantığı ilişkilerimizi nasıl etkiliyor? Her durumda “bunun bana ne faydası var?” demek yerine, dikkatimizi şartsız ve karşılıksız olarak bizi biz kılan değerlerimize, ailemize, akrabalarımıza, komşularımıza, arkadaşlarımıza, dostlarımıza ve çevremize yöneltmek daha kıymetli değil mi?  Sımsıkı tutunmayı seçtiğimiz esaslardan ahlak, iyilik, vicdan, haysiyet, hakikat, adalet, infak, merhamet, ilim, hayâ, sadâkat gibi düstûrlar bugün hayatımızda nasıl bir yer tutuyor? Parçalanmış, bireyselleşmiş bir toplumun sakinlerinin gerçeklerle yüzleşmesi için böylesi soruların sayısı arttırılabilir ama temel meselemiz değişmez. 

Son tahlilde ahlaki kayıtsızlıkların beslediği belirsizliklere ve müphemliklere odaklanan bakış açısına tutunmak yerine, İlahi Kelâm’ın çağırısının sesine kulak vererek anlamlı bir hayat sürmenin yolları üzerinde tefekkür etmek gerekiyor. Zira rahman ve rahim olan Allah insana acımış, yarattığı insanın bu kusurunu bilerek ona vahyini göndermiş ve böylece onun ontolojik eksikliğini gidermiştir. Ramazan iklimi, huzurun, bencilliklerin ötesindeki insani erdemlere bakabilme becerisi olmaksızın var olamayacağını hatırlamamız için büyük bir imkâna dönüşebilir.

Gürültüye ve harekete maruz kalarak düşünme melekelerinin felç olmasına rıza gösteren modern bireyin, oruç münasebetiyle, sükût ve sükûnun nasıl dönüştürücü olabileceğinin ipuçlarını yakalaması gerekiyor. Unutmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerim, maddeyi mutlaklaştırarak dünyada bir yeryüzü cenneti kurmak için değil tam tersine insanın icat ettiği putlardan arınarak tevhidi, kulluğu yaşatmak için vahyedilmiştir. Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, uyarıcı sorularıyla zihnimizi, ahlaki duruşumuzla ilgili hassas noktaları ve yaratıcı potansiyellerimizi harekete geçiren Muhammed İkbal’e müracaat ederek “Müslümanlara yeniden Müslüman olma” çağrısını bir kez de buradan yineleyelim. Bu vesile ile Kur’ân ayı Ramazan’ın ilahi rızaya muvafık, bütünlüklü bir hayatın nasıl inşa edileceğini enine boyuna düşündüğümüz bir zaman dilimi olmasını temenni ediyoruz

Yeni sayımızda buluşmak üzere.                                                                                                                                                  Umran


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353