EDİTÖR Ekim 2017, Sayı:278, Sayfa:1
Yüzyıl dönümünde Türkiye ve dünya oldukça gergin bir dönem yaşıyor. Şer ittifakının 1990’daki birinci körfez operasyonunun ardından zamana yayarak uyguladığı stratejinin yeni bir aşamaya geldiğine şahit olduk. Bu yüzden dün Irak yönetimine oynanan oyunun bir benzeri, bugün Kuzey Irak referandumu üzerinden Türkiye’ye oynanmak istenmektedir. Bu sebeple meseleyi, Kürt etnisitesi üzerinden izaha kalmak, savunmak ya da karşı çıkmak, büyük fotoğrafı görememek demektir. Elbette bu mesele de dâhil olmak üzere karşılaştığımız her sorun aslında bir yönüyle dinle dolayısıyla İslâm’la irtibatlı. Geçtiğimiz ay vefat eden Şerif Mardin’in 1960 sonrası çalışmalarının en önemli teması dindir. O, sosyal içerikli analizlerinde önemli bir değişken olarak dine büyük yer vermiştir. Dini devreden çıkarmaya niyetlenen ilerlemeci, determinist ve pozitivist saplantıları nedeniyle dini göz ardı eden sosyal bilimcilerin hilafına din meselesiyle yoğun olarak ilgilenmiştir. Bu yaklaşım özellikle 1990’lardan sonra artık Türkiye’de de ilgi toplamaya başladı, fakat mesele esas soruya, Türkiye’nin tümelinin ne olduğuna gelince, tekrar eski alışkanlıkların nüksetmeye başladığını görüyoruz. Altını tekrar tekrar çizmeliyiz ki Mardin’in yıllardır üzerinde düşündüğü ve yazdığı konular arasında dinin ve İslâm’ın mühim bir yeri vardır. Cumhuriyet devrinde Kemalizm’in insanlara bir değerler bütünü sunamadığı, şeklindeki kanaati toplumu ve siyasal alanı dine göre yorumlama metodunun da nedenidir. Mardin, Kemalizm üzerine yorumlar yaparken, Cumhuriyet idaresinin değer getiremeyişine, buna mukabil ailelerin çocuklarına İslâmî olanı aktarmasını engelleyememesine temas eder. Mardin’in bu konuda oldukça cesur tartışmalara da dâhil olduğu söylenebilir. Mesela 1990’ların ortalarında şöyle diyordu: “Emperyalizm ve kolonyalizmin kötü sonuçlarından biri sömürü idiyse bundan yüzlerce defa daha önemli bir emperyalizm sonucu kültürel kaymaydı. Hemen bunu şurada söyleyeyim ki mahalli pozitivist, Marksizan ve Kemalist aydınlarımız bu nitelik konusunu hiçbir zaman anlamadıkları gibi bu anlayışsızlığa paralel olarak Türkiye’de Cumhuriyet kuşağı vatandaşlarına kültür verememiş ya da kültür olmayan bir şeye kültür demiştir.” Ömrü hayatının sonlarında mahalle baskısı bahsindeki şaz kanaatiyle gündeme gelmiş olması da trajikti. Bu bir bakıma müellifin seküler teyakkuzunun neticesi olarak da ele alınabilir bu hususta serdettikleri. Aslında mahalle veya bir başka insan birlikteliği için sosyal baskı, sosyolojik olarak çok önemli bir olgudur. Bu, insan birlikteliğinin bir gereğidir. Ama bu kavram, tartışılmakta olan sosyal politik ortamı açıklamada gerçekten anlamsızdı. Bu açıklama Mardin’in yarım yüzyılı aşkın bir zaman zarfında, Türk toplum yapısını açıklamada kullandığı merkezçevre denkleminde de bir yerlere oturtulamazdı. Mevcut gelişmeler, mahalle baskısından çok, ünlü merkez-çevre denklemi ile daha tutarlı bir biçimde açıklanabilir ve baskının bir merkez baskısı olduğu söylenebilirdi. Mardin’in özgünlüğü birtakım meselelere yaklaşımında belirmektedir. Örneğin siyaset bilimi, sosyoloji kürsülerinde Osmanlı dönemi ile ilgilenmek “gericilik” olarak değerlendirildiği bir dönemde onun Osmanlı düşüncesi, Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısıyla ilgilenmesi özgünlüktür. Ayrıca Türkiye’de solun Marksizm’i bilmediğine dikkat çekerken farkında olmaksızın memleketimizde kendisini sola hamleden aydınların Türkiye’de ne olduğunu da bilmediklerine dikkat çekmediği söylenemez. Türkiye’de sol çevrelerde Osmanlı’nın sosyo-ekonomik düzenine ve bunun cumhuriyet dönemine yansımalarına dair ciddi analizlere başlar. Şerif Mardin’in Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını merkez-çevre karşıtlığı üzerinden açıklayan düşünceleri de bu dönemin akabinde ortaya çıkmıştır. Kendisi Türkiye’nin Demokrat Parti sonrasındaki siyasi ve toplumsal alanını, daha da geri gidersek modernleşme süreciyle başlayan sınıfsal çatışmaların İslâmî ve toplumsal faylara dayalı kökenini en iyi çözen isimlerin başında gelir. Merkez -çevre kavramlarını Türkiye’nin sistemini açıklamak için kullandığımızda da güçlü ve zayıf karşıtlığı karşımıza çıkar. Türkiye’de merkezi bürokrasi, sermaye sınıfı ve aydınlar oluşturur. Çevre ise, egemen bürokrasi tarafından “geri” olarak görülen ve merkezden uzak tutulmaya çalışılan halktır. Bu tür okumaların hepsi çevrenin merkeze yerleşmesi durumunda onun ideolojisinin de aynı anda merkeze yerleşeceği ülkeye Kemalist resmi ideolojinin yerine çevrenin egemen olacağını, hem din-devlet ilişkilerinin hem de ekonomik paylaşım ilişkilerinin bir düzene gireceğini düşünüyorlardı. Fakat sanıldığı gibi olmadı, ne yeni bir düzen oluştu ne de eskisi değişti. Türkiye radikal biçimde yönünü Batı’ya çevirdiğinden beri, atlamak istediği Batı medeniyetinin değerlerine bir din gibi sarılmasının anlamı burada yatmaktadır. Bu bağlamda laiklik konusundan önce tartışılması gereken meselenin, günlük değer kaynağı olarak kurulacak rejimde İslâm’a nasıl yer verilmesi gerektiği olduğunu gündeme getirmiş olması başlı başına değerliydi. Doğrusu bunlar meselenin nasıl ele alınması gerektiğine dair bir yol haritası sunar. Hatta bu zaviyeden Türkiye’de makro planda çevrenin merkez olduğu şeklindeki iddianın havada kalması bir yana, düpedüz palavra olduğunu düşünmemiz bile mümkün. Gelinen nokta itibarı ile Türkiye aydınlarının, köşe yazarlarının, siyasetçilerin, stk’ların vs. din, devlet, halk, siyaset bağlamında ve -bulunduğu tarihi ve siyasi stratejik konumu itibariyle- küresel ve bölgesel gelişmeler karşısında sergileyeceği tavırlar bağlamında Türkiye’yi yeniden düşünmeye başlamalarının zorunluluğuna/sorumluluğuna dikkat çekiyoruz. Yeni sayımızda buluşmak üzere…