Editör, Aralık 2019, Sayı: 304, Sayfa: 1
Varşova Paktı’nın ve SSCB’nin dağılmasından sonra Batı’nın dünya egemenliğine yaklaştığı tek kutuplu bir dünya ortaya çıkmıştır. Bu da küreselleşmenin bir dünya ideolojisine dönüşmesinin başlangıcı olmuştur. Fukuyama, “Tarihin Sonu” teziyle, Batı’nın diğer ülkeler üzerindeki kati zaferini ilan etmiştir. Gerçek hâkimiyet, ABD ve müttefiklerinin tekeline gimiştir. Soğuk Savaş sonrasında kurulan düzen, bir merkezi küresel iktidar, bir de çevredeki diğer tüm ülkeler olmak üzere tek kutuplu bir dünya olarak tasarlanmıştı. “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan bu düzen Doğu blokunun tasfiyesinin
tamamlandığı 1991 yılında ABD Başkanı W. Bush tarafından o ünlü nutkuyla dünyaya deklare edilmişti. Bush söz konusu konuşmasında özet olarak, “Siz ey tüm insanlık, gözünüz aydın olsun, artık hepimiz tek bir “dünya toplumu”yuz. Sistemimizin adı liberalizmdir. Bunun üç sacayağı vardır, bunlar: siyasi yapılarda demokrasi, sosyal hayatta
insan hakları, ekonomide serbest piyasadır. Artık bundan sonra mutlu bir yaşam için herkes bu ilkelere uyacaktır. Uymada zorlananlara hep birlikte yardım edeceğiz.” Bu gelinen nokta aynı zamanda tarihin sonuydu. İnsanlık tarihi değişik aşamalardan geçerek hep bir hedefe doğru koşturmuştu ki bu hedef liberalizmdi. Artık kimse bundan farklı yeni bir sistem beklentisinde olmamalıydı.
Aslında ‘büyük yeni dünya düzeni’ ölü doğmuştu. Öngördüklerinden hiçbiri gerçekleşmedi. ABD’nin, dünyanın büyük kısmını fiili ve potansiyel savaş alanlarına çevirmesinde de görüldüğü üzere dünya, liberalizm söylemi ile asla bağdaştırılamayacak gelişmeler yaşadı. Şimdilerde tek kutuplu yapı etkinliğini yitirmekte, artık kutupların ortadan kalktığı bir dünya düzeni ortaya çıkmaktadır. Farklı güç merkezleri oluşmaktadır. Çok kutupluluk ve onun beraberinde getirdiği jeopolitik anlayış, 21. yüzyıl stratejik düşüncesinin asıl meselesidir. Söz konusu olan çok kutupluluk, hâlen oluşum aşamasında olup,
belirli bir istikamette ilerleyen, ancak henüz tamamlanmamış bir tasavvurdur.
Mevcut dünya düzeninin temsilcisi olan ABD ve yedek parçası olan AB ve dünyanın değişik ülkelerindeki yandaş kesimler ciddi tökezlemeler yaşamaktadırlar. Mesela ABD hâlen birçok Ortadoğu ülkesiyle oldukça güçlü ilişkilere sahiptir. Ancak Ortadoğu’nun önemi göz önünde bulundurulduğunda, bölgedeki güç dengesinde kayda değer gelişmeler olduğu açıktır, dolayısıyla bu durumun küresel ölçekte ABD aleyhine sonuçlarının olduğunu/olacağını ve küresel sistemin her geçen gün daha da belirgin bir biçimde çok kutuplu bir dünyaya evrildiğini söylemek mümkündür.
Dünya düzeninin yapısını ve tabiatını değiştiren daha derindeki gelişmeler sürecinde engeller kadar fırsatlar da bulunmaktadır.
Mevcut durum karşısında Türkiye tarihsel misyonunu üstlenmek, gerektiği yerde herkesle iş birliği yapmanın
yanında bağımsız bir özne olmak zorundadır. Bu tür büyük gelişmeler olmadan önce Türkiye’deki aydınlar ve kanaat üretenlerin
de bu konuda ikna edilmesi gerekeceği açıktır. Zira bu konuda Türkiye’nin önündeki en önemli engellerden birisi aydınlarının, dar bir mantığın kıskacında mahsur kalmış, dolayısıyla derin bir aşağılık kompleksi içinde olmalarıdır. Bununla birlikte hamleler yapan Türkiye, Soğuk Savaş ile iki kutuplu dünyanın müesses nizamının bir parçası olan NATO’nın üyesi ve Batı’nın stratejik yapısının bir parçası olarak kalmaya devam etmektedir. Yetmişinci yıldönümünü kutlayan NATO başlangıçta Sovyet yayılmacılığına karşı Atlantik’in iki yakasını korumak amacıyla kurulmasına rağmen, Sovyetler dağıldıktan sonra da varlığını devam ettirmiş ve kendisine yeni bir düşman belirlemiştir. Bu düşman hiç şüphesiz İslâmî hareketlerdir!
Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, hatta daha etkili bir biçimde 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ortaya çıkan jeopolitik eğilimler ‘liberal demokrasilerin insanlık tarihinin nihai noktası olduğu’na dair iddianın özellikle İslâm dünyasını yakından ilgilendirdiği açık. Çünkü bu iddia İslâm’ın 21. yüzyıla söz söyleyemeyeceği veya alternatif olamayacağı anlamına geliyordu. Müslümanlara önerilen, kamusal iddialarından uzaklaşmış ve sadece mistik bir tecrübe veya manevi bir tatmin vasıtası olarak kodlanmış bir din dilini benimsemeleridir. Günümüzün siyasi gerçekleri, özellikle Türkiye’nin geleceği açısından
küresel ufukta bir dizi yeni kararlar almaya işaret ediyor.
İşte tam bu noktada Türkiye, küresel liberal ideoloji ile İslâmî değerleri arasındaki ihtilafı/çatışmayı her geçen gün daha derinden hissetmektedir. Bugün gelinen noktada şu soru gündeme alınmalıdır: Türkiye’nin, şekillenmekte olan çok kutuplu dünyadaki yeri neresi olmalıdır? Uluslararası ilişkilere ve dünya düzenini etkileyen genel eğilimlere yakından bakıldığında Türkiye artık küresel iktidara itaat etme zorunluluğunu kırıp şartları gözeterek meseleleriyle ilgili kararları kendisi vermeye, bağımsız bir ülke olmaya çalışmaktadır. Artık ne Washington ne de Brüksel Türkiye’nin “çantada keklik” olduğunu düşünebilir ki, bu da Ankara’ya dış politikada yaratıcı faaliyetlerde bulunma konusunda daha geniş bir siyasi alan sağlamaktadır. Böylesi bir mücadeleden sonra en iyisini ümit etmek mümkün olacaktır. Süreç içinde bu durum, Türkiye’nin bölgesel ve küresel itibarını yükseltecektir.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.
Umran