Kutuplardan Cepherle -Sosyoloji, Fikriyât ve Siyaset-

 

EDİTÖR                                                          Ağustos 2017, Sayı:276, Sayfa:1

Türkiye, gerek içerde gerek dışarıda çok zor bir dönemden geçiyor. 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden bir yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen toplumsal alanda ciddi bir yorgunluğun olduğunu daha evvel ifade etmiştik. Bu darbe girişimi,  sosyolojik savaş amaçlı olduğu için darbeci konsorsiyum, darbe sonrası süreci Türkiye’de yeni fay hatları inşa etmek ve varolan fay hatlarını enerji ile doldurup harekete geçirmek üzerine bir strateji izlemektedir. Dolaylı harp stratejisine uygun bir şekilde çok ciddi kirli bilgi yaymakta, zihinsel bir kargaşa oluşturup insanların birbirlerine olan güvenini yıkarak bireyselleştirmek istemektedir. Şunu mutlaka her daim hatırlamak ve asla unutmamak gerekmektedir: Allah insanlar arasında daima hak ile hükmedilmesini istenmektedir. Hak ile hükmedilmesi konusuna kimliği ne olursa olsun herkes dâhildir. Bu noktada yapılan adaletsizliğin hesabı, ahirette verilecektir. *** Gerek Türkiye’de gerekse dünyada yaşanan gelişmeler sosyolojiden siyasete uzanan bir düzlemde farklı kutupların cephe mantığıyla yeni ittifaklar kurduğunu ya da buna yatkın olduğunu göstermektedir. Haliyle bu ‘yeni durum’ birtakım eski tartışmaları tekrar düşünce ve siyaset dünyasının gündemine dâhil etmektedir. Hatırlanacağı üzere 1960’larda sömürgelerden bağımsızlığını kazanan ülkelerde sosyalizme geçiş tartışmaları içerisinde yoğun bir Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışması başladığında, beraberinde ampirik tartışmalar da başlamıştır. Özellikle 1960’larda, 70’lerde Türkiye’de bu minvalde tartışmalar yürütülmüştür. Fakat bizde biraz da Yunan mitolojisinde misafirinin boynu yatağa ayarlayan mitolojik kahraman gibi, Osmanlı toplum yapısını ATÜT içerisinden okuma, ATÜT’e uydurarak anlama çabalarının çok daha merkezi bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Hint Marksistlerinin daha eleştirel bir biçimde, yeni teoriler oluşturacak bir biçimde ele aldıkları ATÜT teorisi maalesef bizde bir ret ya da kabul ikilemi içerisinde tartışılmıştır. Eğer Marx’ın ifade ettiği gibi Türkiye’de bir ATÜT var ise, bir feodalizm söz konusu olmayacaktır. Buradan Milli Demokratik Devrim tezlerine bir kapı açılır ve zinde güçlerin müdahalesine meşruiyet sağlayan bir düşünce ortaya çıkar. Daha ortodoks kanatta bulunan ve Marx’ın ATÜT’ten bahsetmediğini ya da ATÜT’ü söylerken başka şeyler kastettiğini, yarı feodalizmden bahsettiğini söyleyenler ise, buradan bir kapitalizme geçiş söz konusu olduğunu ve bir burjuva sınıfının ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla sosyalizme geçiş işçi sınıfının takip edeceği devrimci stratejilerle olacaktır. Görüldüğü üzere ATÜT bizde salt teorik bir konu olmaktan ziyade güncel, politik meselelerle ilgili olarak gündeme gelmiştir. Aslında benzer tartışmalar hem siyasette hem de teorik alanda farklı boyutlarıyla bugün de varlığını sürdürmekte, yeni arayışlara zemin hazırlamaktadır. Üstelik teorik alanla pratiğin kesişme noktasındaki analizler sadece Türkiye ile sınırlı değildir.  Sözgelimi sol çevreler Amerikan seçimleri üzerine yaptıkları dikkat çekici bir değerlendirmede, Amerikan halkının ‘ilerici neoliberalizm’ ile ‘gerici popülizm’ arasında bir tercih yapmaya zorlandığını belirtmektedirler. Bu formülasyonda ilerici neoliberalizmi Hillary Clinton, gerici popülizmi de Donald Trump temsil etmektedir. Buna göre, solun görevi, her ikisinin de dışında, politik sınıflar tarafından sunulan tercihleri reddederek, büyüyen kapsamlı tepkileri değerlendirerek ‘yeni bir sol’ inşa etmenin yollarını aramak olmalıdır.  Burada geçen kavramların anlı şanlı sol yorumcularca köşelere taşındığını ya yeni bir hat ya da ittifaklar oluşturmak için devreye sokulduğunu rahatlıkla görebiliriz. Elbette sol militanlığının, sandık müşahitliği yahut adalet yürüyüşünde olduğu gibi kitle içerisinde eritilmesinden duyulan birtakım rahatsızlıklar da yok değildir. Buna karşın CHP, HDP ve sağ olarak anılan çevreden bir grubun arasında müştereklik oluşturma çabasının, şimdiden 2019 seçimlerinin önemli bir ayağını inşa etmeye matuf olduğunu söyleyebiliriz.  Kaydetmeden geçmeyelim ki, kitle desteğini önemseyen, muhalefetin kitleselleşmesi için strateji arayışı içerisinde olan kesimlerde “Kemalizm’e çok haksızlık ettik galiba” psikolojisinin yaygınlaşmaya başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Solda bunun bir adım daha ilerisinde Kemalizm’le ittifak arayışlarının dillendirilmesi, CHP’nin ‘demokratik’ muhalefete önderlik etmesi beklentisi var. Demokratik ibaresinin Kürt hareketini de içselleştirmese bile çok fazla itmeyen bir siyasallığa isabet ettiğini söyleyebiliriz. Geçmişte Kemalizm’i eleştirirken kullanılan kavramları, kıstasları sadece Kemalizm’e özgü olmaktan çıkarıp satha yaymaktan bahsedenlerin genellikle sağ daha özelde ise mevcut iktidarın uygulamalarına dönük olarak işlevsel kılınmasını savunanlar göz ardı edilemeyecek mahiyettedir.  Ne var ki, sol aydınlar, Türk sağının neredeyse her türlüsünü kategorik olarak faşizmle mukayyet gören kolaycılıktan bir türlü beriye gelemedikleri için şimdiki fotoğrafa baktıklarında kayda değer bir şey diyemiyorlar. Şüphesiz 2000’li yıllarda Türk sağının ideolojik oluşumunu ve AK Parti’nin yorumlanması meselesini olabildiğince memleketin siyasal düşünce tarihinin geniş bağlamı içerisinde ele alınması gerekmektedir. İlk yıllarında AK Parti, Türkiye’de, “merkez sağ” olarak nitelendirilen yapıyla, İslâmcı akımın türevsel orta yolunu temsil etme kabiliyeti taşıyordu. Peki, AK Parti bu anlamda nasıl bir entegrasyonu temsil ediyor, merkez sağın içerisinde nasıl bir dönüşüme tekabül ediyor, sorusu gündeme gelebilir.  DP ile başlayan AP ve ANAP çizgisiyle devam eden bir merkez sağdan bahsedilir ve bir de sağa bakınca bir ucu ülkücü damar MHP, bir başka ucu da Milli Görüş geleneği oluşturur. Bu geçersiz bir şema değildir. AK Parti’nin en temel özelliği bu merkez sağ gelenekle Milli Görüş geleneğinin çok güçlü ve organik bir bileşimini gerçekleştirmiş olmasıdır. Böylesine “özgün”, tarihsel bir konumu var. İnsanlara “ben sizi değiştirmekle meşgul değilim, ben size hizmet üretiyorum” söylemi gerçekten de çok güçlü bir söylemdi. Kalkınmayı, gelişmeyi başlı başına bir değer olarak görmek. Tabi bunlar sadece öncesinde dediğimiz gibi idari bir farklılıkla ya da liderlerin şahsi karizmalarıyla ve yetkileriyle aldığı kararlarla alakalı değil. Kapitalistleşme iştahı ve kapitalizmin bütün yaşam alanlarına nüfuz etmesi, her şeyin performans ve verimlilik mantığına tâbi hale gelmesi vs. durumu var. Son dönemdeki uygulamaları da dâhil ederek diyebiliriz ki; bunda en büyük etken neoliberal bir çağda yaşıyor olmaktır. Bu tespit, sadece AK Parti’yi anlama adına değil, son 15-20 yılın Türkiye’sini, kapitalistleşme sürecindeki bu yeni vitesi anlamak için önem arz etmektedir. Elbette şu ya da bu ölçüde yeni ve arklı bir inşayı geçekleştiremeden Cumhuriyet Türkiye’sinin fabrika ayarlarına dönme riski de var.  Yeni sayımızda görüşmek temennisiyle… 


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353