Umran Eylül 2022/337. Sayı Çıktı

 

BİLDİĞİMİZ EĞİTİMİN SONUNA DOĞRU

Dönüşen Paradigma, Arayışlar ve Değişmeyen Gündemler

İnsan dünyaya geldiği andan itibaren bir öğrenme süreci içerisindedir. İnsanın doğumundan ölümüne kadar içinde olduğu bu öğrenme sürecine kısaca ‘eğitim’ diyoruz. Eğitim, planlı programlı olabileceği gibi daha çok kendiliğinden, doğal şekilde de gelişebilir. İlki bir amaca yöneliktir ve denetlenebilir süreçler içerirken, hayat boyu eğitim denilen ikincisinde ise kişi yaşadığı öğrenme sürecinin çoğu zaman farkında bile olmaz.  

Ne var ki günümüzde mesele artık bunun ötesine geçmiş durumda, bu sebeple eğitimi düşünmek her şeyden önce uzun zamandır el üstünde tutulan belli yaklaşımların ve modellerin hükmünü yitirdiğini kabul etmeyi gerektiriyor. Belki de çoğu kişinin farkında olmadığı hususlardan biri yaşadığımız dönemin, aynı zamanda krizdeki modern eğitimi, yeniden ve köklü biçimde inşa etmek için radikal ve yapısal bir sorgulamaya tabi tutulmasıdır. Millî Eğitim Bakanlığı’nın eleştirel pedagoji odaklı eserler başta olmak üzere bu konuda yazılmış diğer kitapları, öğretmenlerin hizmet içi eğitim programlarına katması dikkat çekmektedir.

 Bahsi geçen literatürün bir kısmının yoğunlaştığı ana mesele şudur: Modern anlamıyla eğitim, istihdam ve piyasa şartlarına cevap vermenin, ulus devletlerin insan kaynaklarını işlevsel kılmasının bir aracı olarak gündeme gelmiştir. Modern bürokrasiler, üniversiteler, iş kolları, çalışma biçimleri, örgütlenme şekilleri fordist felsefeyle paralel bir zihniyete sahiptir. Eğitimin kitleselleştirilerek bir makine gibi tasarlanması, senkronize edilmesi aynı zamanda devlet merkezli bilgi, fikir ve modernleşme çalışmalarının sağlıklı bir şekilde yürütülmesinin de önemli bir aracı olmasıyla ilgilidir. Aslında Cumhuriyet Türkiye’sinde icra edilen bütün millî eğitim şûralarının resmî ideolojinin benimsetilmesi ve teknik-bürokratik ayrıntılar üzerinde yoğunlaşması da bununla bağlantılıdır.

Dünya genelinde 1980’lerden sonra sosyal, siyasal ve iktisadi şartlar değişti; bu değişiklik ideolojik/kültürel alanda da kendisini hissettirdi. Fordist üretim biçimine yönelik eleştiriler ve yükselen neoliberal anlayışla birlikte ortaya çıkan post-fordizm, belli bakış açılarının sorgulanmasını sağladı. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte meydana gelen dijital devrim devletlerin bilgi üzerindeki tekellerine, değer inşa etmelerine ket vurmakla kalmadı, aynı zamanda istihdam ve iş imkânlarında da önemli dönüşümler meydana getirdi. Hafızanın beyinden elektronik disklere, harici disklere ve sunuculara aktarılması sayesinde, bazı düşünürlerin eleştirdiği araçlar, artık öğrenme ve öğretme sürecinde norma dönüştü. Öyle ki öğretmenler ve akademisyenler elektrik kesildiğinde ders anlatamayacak kadar belli aletlere bağımlı oldu. 

Şüphesiz bu, eğitim ortamında ve potansiyel yöntemlerinde; hatta bilginin ne anlama geldiği, üretilme, dağıtılma, elde etme, özümsenme ve yararlanma biçimlerinde gerçekleşen en çarpıcı gelişmedir. Hâkim bilişsel çerçevenin parçalanıp yeniden biçimlendiği bu süreçte Türkiye’de belli okul türlerine uygulanan katsayı sistemi, başörtüsü yasağı gibi 28 Şubat Darbesi ile hayatiyet kazanan mühendislik uygulamaları kaldırılarak kitlesel eğitime ve yükseköğretime erişim artırıldı. Ülkemizde eğitimin tüm kademelerinde okullaşma oranlarının ilk kez yüzde 90’ların üzerine çıkması ve OECD ülkeleri seviyesine ulaşması da bununla bağlantılıdır. Tabii bir de buna eğitim modeli arayışlarında olur olmaz yerde sıkça dile getirilen Finlandiya’daki toplam öğrenci sayısından fazla olan göçmenlerin eğitim ortamlarına dâhil edilmesindeki başarı da göz ardı edilmemelidir. Millî Eğitim dergisinin dünyada ve ülkemizdeki sığınmacıların eğitimine odaklanan “göçmenlerin tehlike değil, değer olduğunu” ortaya koyan bin küsur sayfalık sayısı da ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor.

Hiç şüphesiz meşakkatli bir uğraş olan eğitimle ilgili sorunları tartışmak ve meselenin geldiği yeni boyutları kavramak için iyi uygulamalar ve belli bir dönemde fonksiyonel olmuş mekanizmalar -adını kötüye çıkarmaksızın- üzerinde düşünülmelidir. Bunun için de yapılması gereken, Türkiye’deki gerçekliklerin farkında olarak, eğitimle alakalı eleştirel bilinci canlı tutmak ve Batılılaşma ile kendi kalma arasındaki yeni gelişmeler arasındaki bağları ortaya çıkarmaktır. Eğitim meselesini ezen/ezilen kavramları üzerinden okuyan eleştirel eğitimciler şunu hatırlatır: Bu eğitimciler, insanın tecrübelerine önem verdikleri için, belli bir dönemde yazdıklarını ve faaliyetlerini, onları aşmış olsalar bile reddetmeyi reddederler. Herhâlde böylesi bir sadakat Türkiye özelinde imam hatip okulları, ilahiyatlar ve diğer sivil oluşumların eğitimle alakalı tecrübelerini değerlendirmek için en çok ihtiyaç duyduğumuz temel ilkedir. Yoksa her şeyi reddetme kolaycılığına sığınan kültürel nihilistlerden farklı bir şey söylenmiş olmaz.

Sosyal ve siyasal bilimler alanında, Fransız İhtilali sonrası öne çıkan kavramsal çerçevenin hâkim olduğu Türkiye’de, eğitimin önceliği, artık sadece eğitime erişimle sınırlanmamalı, hakikatten ve ahlaktan hareketle yeni ve başka bir dünyayı mümkün kılacak epistemolojik bağımsızlık arayışlarına yönelmek gerekiyor. Zira insanlığın ve dünyanın içinde bulunduğu şartlar bir çağ değişimi arifesinde olduğumuzu gösteriyor. Bu bağımsızlığı mümkün kılacak bir model üzerinde çalışmak hatta tüm enerjimizi bu alanda yoğunlaştırmak mecburiyetindeyiz.  

Geniş çaplı, katmerli ve katmanlı meşakkatlerin yaşandığı, maşeri vicdanda derin izler bırakacağı öngörülen bir dönemden geçiyoruz. Bu süreçte ilmin ve irfanın özünün, birtakım bilgileri ezberleyip tekrarlamaktan değil, düşünüp işleyerek bizzat bilgiyi üretmekten geçtiğini hatırlamalıyız. Okulların öğrencilerine öğretmesi gereken temel husus, bizzat bilgiyi üretecek derinlikte düşünebilmektir. Kur’ân’ın emrettiği tefekkürü, eğitimin en alt seviyesi olan, bilginin ezberlenerek tekrar edilmesi zannedenlerin anlamadığı budur.

                                                              ***

Türkiye’de öteden beri dinî içerikli dergi ve gazeteler, sistemin ahaliyi sindirmeye çalıştığı zor dönemlerde bata çıka yayınlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Ekseriyetle düşük maliyetli mizanpajlar yapılmış, ucuz kâğıt kullanılmış, tasarruflu baskı teknikleri tercih edilmiştir. Bu yayınların sadık okurlarının değeri ise siyasetin zapturapt altına alındığı olağanüstü zamanlarda ortaya çıkmıştır. Ne var ki çok ağır şartlar altında dergi/gazete çıkararak, yazarak olumsuzluklara göğüs gerenlere karşı basın dünyasının tutum ve tavrı ibretliktir. Her birinin hayatı ve tecrübesi, basın tarihinin ayrılmaz parçasını teşkil eden isimlerin vefatlarının ardından gazetelerde çıkan yazıların çoğunun tekdüze ve hatalı bilgilerle dolu olması, yazılı kültürde bir arpa boyu yol alınamadığının göstergesidir. Basınımızın “sınır taşı” niteliğindeki yayınların ayakta kalmasını sağlayan isimlerin hatıralarını yaşatmak için üniversitelerin, basın tarihi odaklı sempozyumlar düzenlemesi, dönemsel basın incelemeleri yaptırması ve sözlü tarih çalışmalarına ağırlık vermesi gerekir.  

Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

Umran

 

 

 


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353