329. Sayı Çıktı!

 

                               EKRANDAN SANALA                                  Sinema, Kimlik Tartışmaları ve Dijital Varoluş

Türkiye, küresel salgının kırılganlığına rağmen hem kendi içinde
refah ve huzuru engelleyen risk faktörlerini azaltan hem de
dışarıda güçlü ve kendine has politikalar üreten bir devlet olma
mücadelesini sürdürüyor. Bu durumu farklı ekranlar ve platformlar
değişik biçimlerde yorumluyor. İşte bu yüzden, ekranın bir
gerçeklik merkezi, hakikat kaynağı, bilgi yapıcısı ve değer üreticisi
olduğunu -sadece ekonomi ile sınırlı olmayan- kriz zamanlarında
daha çok fark ediyoruz. Malumat yığını aktaran iletişim araçları
iletişimsizliğin mükemmel bir örneğini sergiliyorlar. Tüm olup
bitenlerin yansıdığı ekranlarda ise çoğu nokta gizleniyor. Dahası
kitleler iletişim araçlarına sarılarak modern bir kurban töreninin
ritüellerini söz birliği etmişçesine mükemmelen yerine getirmekten
geri durmuyorlar. Hakikate vurgu yapanların önemli bir kısmının
yalana başvurması, üretilen malumatların çoğu zaman para ile
sınırlanamayacak piyasanın şartları doğrultusunda şekillenmesiyle
doğrudan bağlantılı.
Şüphesiz ekran, bireyselliğin farklı bir form ve biçimde yok edilişidir.
Burada çeşitli programlar vasıtasıyla zihinler yönlendirilmekte,
manipüle edilmekte ve yeni bir forma sokularak reel piyasanın
beklentileri doğrultusunda işlevsel kılınmaktadır. İster dinî olsun,
ister kültürel ya da başka bir biçimde ekranlardaki tüm imajlar,
semboller, görseller ve tipolojiler moda bağlamında üretilir. İşte bu
yüzden Muhteşem Yüzyıl dizisi öncesindeki Kanuni ile daha sonraki
Kanuni birbirinden hayli farklıdır. Tarihsel bir gerçeklik olarak
Sultan Süleyman televizyona taşınmış, fakat farklı bir gerçekliğe
evirilmiştir. Reeldeki Kanuni imajı, görseli, heybeti, duruşu ve bakışıyla
malum kişiye/baş aktöre dönmüştür. Bu başarı televizyonun
kostümlerle, imajlarla, görsellerle birlikte bu tarihî realiteyi iyi bir
şekilde simüle etmesiyle mümkündür.
Basiretli sosyologlardan biri ekranla içli dışlı olma sürecini, günah
çıkarma odalarına mikrofonların girmesi diye tanımlar. Buna göre
önceki süreçlerde Katolik birisi sadece papazın duyabileceği, gizliliğin
esas olduğu bir odada sırlarını ifşa eder ve günah çıkarırdı.
Oysa televizyon bu sürecin herkesleşmesini ifade etmektedir. Bu
açıdan televizyon, evlerin başköşelerine konulan mikrofondur. Bu
teknik, ailevi meseleleri ifşa etmekte, eşler arasındaki ilişkileri kitleselleştirmekte,
mahrem konuları kitlelere açmaktadır.
İnternet teknolojileriyle birlikte tahtı sarsılsa da televizyon
Türkiye’de bilhassa Anadolu’da hâlâ başköşededir. Çoğu zaman
kendi kendine konuşsa da televizyonun yerinin değiştirilmesi etrafındaki
müzakereler hayli sürer. Bununla birlikte sinemada dijital
bir dönem başlarken; sinemanın sunumunun da dijital bir sahaya
kaydığını görmekteyiz. Tüm dünyayı sarsan salgınla birlikte içinden
geçtiğimiz olağanüstü zamanlar bizleri hiç öngöremeyeceğimiz
farklı ‘yeni’lerle karşı karşıya bırakarak sorgusuz sualsiz yeni duruma
uyumlu hâle getirdi. Bunun yanı sıra bu süreç zaman ve mekân
algımızı değiştirip dönüştürdü; bizi bir yandan içe kapatırken diğer
yandan sınırsızca dijital dünyaya açtı. Gündelik hayatın, toplumsal
yaşamın, sanatın ve elbette sinemanın bazen gönülsüzce de olsa
çevrim içi mecralara taşındığı bir süreci tecrübe ettik.
Zihniyet kavramı, sinema ile ilişkisi bağlamında, farklı boyutlarda
tartışılabilir. Zihniyetin, özellikle gelenek ile modernlik arasındaki
tartışmasını yoğun biçimde sürdüren Türkiye gibi ülkelerin sinemasal
üretimlerini anlamak açısından önemli olduğu açıktır. İşte
bu yüzden Türk sinemasında kimlik tartışmaları, zaman zaman yoğunlaşmakla
birlikte düşük dozlarla da olsa varlığını sürdürmüştür.
Kimlik tartışmalarının sonucunda, sosyal hayatta aynı durumlar
farklı gruplarca bambaşka şekillerde kavramsallaştırılmıştır. Her
kavramsallaştırma, o durumu yeniden, kendince üretme girişimi
olarak görülebilir. Bu girişim, kimliklerin varlığını bambaşka alanlarda
kabul ettirme çabasından kaynaklanır biraz da. 1960’lı yıllarda
etkili olmaya başlayan Türk sinemasındaki ideolojik akımlar ve
tartışmalar (Ulusal Sinema, Millî Sinema, Devrimci Sinema gibi)
Türk sineması şemsiye kavramının altında sürdürülüyordu. Bir
yandan kolayca ve hatta savurganca kullanılırken, bir yandan da
gerçekten tanımlayıp ortaya çıkarmanın pek zor olduğu bir kavram
olarak karşımızda duran, yeniliklerle anılan 1990’lı yıllarla birlikte
ulus devlet tartışmaları kendini gösterdiğinde, çatı olarak kurgulanan
Türk sineması kavramı tartışmaya açılmış; farklı ırki kimliklerin,
dinî kimliklerin sinemasından bahsedilmeye başlanmıştır.
Diğer taraftan zor şartlarda çekilen filmler de ülke ve insan gerçeğimizin
kavranmasına katkı sunmaya devam ediyor. Mesela Yücel
Çakmaklı Birleşen Yollar filminde genç bir kızın hayatındaki dönüşümü
yansıtırken aynı zamanda toplumumuzun bir panoramasını
da çizmiştir. Kültürel alanla bireyin ruhsal ve zihinsel işleyişi arasındaki
karşılıklı etkileşimin başka örnekleri de vardır elbette. Lütfi
Ömer Akad’ın Göç, Gelin ve Diyet üçlemesi ise Türkiye’nin iktisadi
ve siyasi düzeni kadar cari siyasal alanına hatta gelecekteki durumuna
dair ciddi katkılar sunmuştur.
Sinemanın bir ideolojik aygıt olarak işlev görmeye, bugün de devam
ettiği az çok bilinen bir konudur. Mesela sinemanın 1923-1938 yılları
arasında Türkiye’nin izlediği dış politika üzerindeki etkilerini
ve bu alanın politik hamlelerden nasıl etkilendiğini resmî belgelere
ve dönemin basınına yansıyan haber ve yorumlara bakarak takip
etmek mümkün. Tepetaklak edilmiş bir dünyayı gözler önüne seren
Hollywood ise, endüstriyel sinemanın merkezî olma konumundan
ötürü küresel insan algısını yönlendiriyor, yakın zamanda olacaklara
dair insanların algısını hazırlıyor ve yakın geçmişte meydana
gelmiş olayların yorumlanması noktasında ciddi yönlendirme
sağlıyor. Toplumun modernleşmesinde bir araç olarak görülen sinemanın
günümüzdeki durumu ise ayrı bir hikâye. 2000’li yıllarda
Türkiye’de en fazla izlenen yapımlara bakıldığında toplumun hangi
istikamete yönlendirilmek istendiği kısmen de olsa anlaşılabilir.
Örneğin en son altıncısı çekilen Recep İvedik filmi yaklaşık otuz
milyon kişi tarafından izlenmiş. Kaba ve nezaketsiz tarzı, anti-entelektüel
tutumu ve pespayeliği terviç eden yaklaşımıyla öne çıkan bu
film serisine gösterilen teveccüh, kültür hayatımızın içinde bulunduğu
trajik durumu anlamak açısından dikkat çekicidir.
Dijitalleşme, her sanata uygulanıp onları bilgisayar ortamına
bir ve sıfır rakamlarıyla birer görsel olarak kodlayıp milyarlarca
insanın tüketimine sunarken; dijital sinema platformları tüketim
şekliyle beraber, sinemayı öz ve biçim olarak değiştirmeyi başardı.
İşte bu yüzden şeytanın bu sefer bizlere hazırladığı tuzak, çektiği
son numara, gerçekle kurduğumuz hayalî ilişkiler ağında aranmalıdır.
Dijitalleşmeyle gelen kolaylıklar sayesinde artık izleyici
için herhangi bir oto-kontrol ya da bağlayıcı kurallar söz konusu
değildir. Bilgisayar oyunu bağımlılığı, sosyal medya bağımlılığı
gibi artık ardı arkası kesilmeyen dizi izleme bağımlılığı başlamış
durumdadır. Gençlerin ferdiyet bilinci zaafa uğratılıyor ve her biri
birer manipülasyon nesnesi hâline getiriliyor. Çok farklı tarzlarda
kurgulanan yapımların yanında müstehcen içeriklere ulaşım kolaylığı
genç kuşakları zihinsel açıdan dumura uğratıyor. Yüzünü her
zaman ustalıkla maskeleyebilmiş şeytan, dijital zamanlarda yine
kendine yakışan kusursuz kıyafeti seçiyor âdeta.
Şu var olan hâliyle kültür emperyalizmine karşı koyabilmek için
daima müteyakkız olmak gerekiyor. Gerçeklik ve bütünlük duygusunu
tamamen yitirmiş sessiz yığınlar için anlamın değil yalnızca
zevk ve gösterilerin bir değeri var artık. Bu noktada en büyük
sorumluluğun mütefekkirlerin omuzlarında olduğu söylenebilir.
Çünkü toplumların farkındalık bilincini ikame edenler daima âlim
ve entelektüeller olmuşlardır. Bu önermenin tersi de doğrudur. Şöyle
ki, bir toplumun sefil ve sefih bir hayatı tercih etmesi, pragmatist
bir tutumu benimsemesi, pespayeliğe ve ahmaklığa rıza göstermesi
entelektüellerinin ve âlimlerinin görevlerini bihakkın yapmamasından
dolayıdır. Temel yapı taşı moral bozukluğu olan yeni duygusal
düzenin farkına varılarak bu mesele üzerinde düşünmeyi sürdürmek
gerekiyor.
Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle…

Türkiye, küresel salgının kırılganlığına rağmen hem kendi içinde refah ve huzuru engelleyen risk faktörlerini azaltan hem de dışarıda güçlü ve kendine has politikalar üreten bir devlet olma mücadelesini sürdürüyor. Bu durumu farklı ekranlar ve platformlar değişik biçimlerde yorumluyor. İşte bu yüzden, ekranın bir gerçeklik merkezi, hakikat kaynağı, bilgi yapıcısı ve değer üreticisi olduğunu -sadece ekonomi ile sınırlı olmayan- kriz zamanlarında daha çok fark ediyoruz. Malumat yığını aktaran iletişim araçları iletişimsizliğin mükemmel bir örneğini sergiliyorlar. Tüm olup bitenlerin yansıdığı ekranlarda ise çoğu nokta gizleniyor. Dahası kitleler iletişim araçlarına sarılarak modern bir kurban töreninin ritüellerini söz birliği etmişçesine mükemmelen yerine getirmekten geri durmuyorlar. Hakikate vurgu yapanların önemli bir kısmının yalana başvurması, üretilen malumatların çoğu zaman para ile sınırlanamayacak piyasanın şartları doğrultusunda şekillenmesiyle doğrudan bağlantılı.

Şüphesiz ekran, bireyselliğin farklı bir form ve biçimde yok edilişidir. Burada çeşitli programlar vasıtasıyla zihinler yönlendirilmekte, manipüle edilmekte ve yeni bir forma sokularak reel piyasanın beklentileri doğrultusunda işlevsel kılınmaktadır. İster dinî olsun, ister kültürel ya da başka bir biçimde ekranlardaki tüm imajlar, semboller, görseller ve tipolojiler moda bağlamında üretilir. İşte bu yüzden Muhteşem Yüzyıl dizisi öncesindeki Kanuni ile daha sonraki Kanuni birbirinden hayli farklıdır. Tarihsel bir gerçeklik olarak Sultan Süleyman televizyona taşınmış, fakat farklı bir gerçekliğe evirilmiştir. Reeldeki Kanuni imajı, görseli, heybeti, duruşu ve bakışıyla malum kişiye/baş aktöre dönmüştür. Bu başarı televizyonun kostümlerle, imajlarla, görsellerle birlikte bu tarihî realiteyi iyi bir şekilde simüle etmesiyle mümkündür.

Basiretli sosyologlardan biri ekranla içli dışlı olma sürecini, günah çıkarma odalarına mikrofonların girmesi diye tanımlar. Buna göre önceki süreçlerde Katolik birisi sadece papazın duyabileceği, gizliliğin esas olduğu bir odada sırlarını ifşa eder ve günah çıkarırdı. Oysa televizyon bu sürecin herkesleşmesini ifade etmektedir. Bu açıdan televizyon, evlerin başköşelerine konulan mikrofondur. Bu teknik, ailevi meseleleri ifşa etmekte, eşler arasındaki ilişkileri kitleselleştirmekte, mahrem konuları kitlelere açmaktadır.

İnternet teknolojileriyle birlikte tahtı sarsılsa da televizyon Türkiye’de bilhassa Anadolu’da hâlâ başköşededir. Çoğu zaman kendi kendine konuşsa da televizyonun yerinin değiştirilmesi etrafındaki müzakereler hayli sürer. Bununla birlikte sinemada dijital bir dönem başlarken; sinemanın sunumunun da dijital bir sahaya kaydığını görmekteyiz. Tüm dünyayı sarsan salgınla birlikte içinden geçtiğimiz olağanüstü zamanlar bizleri hiç öngöremeyeceğimiz farklı ‘yeni’lerle karşı karşıya bırakarak sorgusuz sualsiz yeni duruma uyumlu hâle getirdi. Bunun yanı sıra bu süreç zaman ve mekân algımızı değiştirip dönüştürdü; bizi bir yandan içe kapatırken diğer yandan sınırsızca dijital dünyaya açtı. Gündelik hayatın, toplumsal yaşamın, sanatın ve elbette sinemanın bazen gönülsüzce de olsa çevrim içi mecralara taşındığı bir süreci tecrübe ettik.

Zihniyet kavramı, sinema ile ilişkisi bağlamında, farklı boyutlarda tartışılabilir. Zihniyetin, özellikle gelenek ile modernlik arasındaki tartışmasını yoğun biçimde sürdüren Türkiye gibi ülkelerin sinemasal üretimlerini anlamak açısından önemli olduğu açıktır. İşte bu yüzden Türk sinemasında kimlik tartışmaları, zaman zaman yoğunlaşmakla birlikte düşük dozlarla da olsa varlığını sürdürmüştür. Kimlik tartışmalarının sonucunda, sosyal hayatta aynı durumlar farklı gruplarca bambaşka şekillerde kavramsallaştırılmıştır. Her kavramsallaştırma, o durumu yeniden, kendince üretme girişimi olarak görülebilir. Bu girişim, kimliklerin varlığını bambaşka alanlarda kabul ettirme çabasından kaynaklanır biraz da. 1960’lı yıllarda etkili olmaya başlayan Türk sinemasındaki ideolojik akımlar ve tartışmalar (Ulusal Sinema, Millî Sinema, Devrimci Sinema gibi) Türk sineması şemsiye kavramının altında sürdürülüyordu. Bir yandan kolayca ve hatta savurganca kullanılırken, bir yandan da gerçekten tanımlayıp ortaya çıkarmanın pek zor olduğu bir kavram olarak karşımızda duran, yeniliklerle anılan 1990’lı yıllarla birlikte ulus devlet tartışmaları kendini gösterdiğinde, çatı olarak kurgulanan Türk sineması kavramı tartışmaya açılmış; farklı ırki kimliklerin, dinî kimliklerin sinemasından bahsedilmeye başlanmıştır.

Diğer taraftan zor şartlarda çekilen filmler de ülke ve insan gerçeğimizin kavranmasına katkı sunmaya devam ediyor. Mesela Yücel Çakmaklı Birleşen Yollar filminde genç bir kızın hayatındaki dönüşümü yansıtırken aynı zamanda toplumumuzun bir panoramasını da çizmiştir. Kültürel alanla bireyin ruhsal ve zihinsel işleyişi arasındaki karşılıklı etkileşimin başka örnekleri de vardır elbette. Lütfi Ömer Akad’ın Göç, Gelin ve Diyet üçlemesi ise Türkiye’nin iktisadi ve siyasi düzeni kadar cari siyasal alanına hatta gelecekteki durumuna dair ciddi katkılar sunmuştur.

Sinemanın bir ideolojik aygıt olarak işlev görmeye, bugün de devam ettiği az çok bilinen bir konudur. Mesela sinemanın 1923-1938 yılları arasında Türkiye’nin izlediği dış politika üzerindeki etkilerini ve bu alanın politik hamlelerden nasıl etkilendiğini resmî belgelere ve dönemin basınına yansıyan haber ve yorumlara bakarak takip etmek mümkün. Tepetaklak edilmiş bir dünyayı gözler önüne seren Hollywood ise, endüstriyel sinemanın merkezî olma konumundan ötürü küresel insan algısını yönlendiriyor, yakın zamanda olacaklara dair insanların algısını hazırlıyor ve yakın geçmişte meydana gelmiş olayların yorumlanması noktasında ciddi yönlendirme sağlıyor. Toplumun modernleşmesinde bir araç olarak görülen sinemanın günümüzdeki durumu ise ayrı bir hikâye. 2000’li yıllarda Türkiye’de en fazla izlenen yapımlara bakıldığında toplumun hangi istikamete yönlendirilmek istendiği kısmen de olsa anlaşılabilir. Örneğin en son altıncısı çekilen Recep İvedik filmi yaklaşık otuz milyon kişi tarafından izlenmiş. Kaba ve nezaketsiz tarzı, anti-entelektüel tutumu ve pespayeliği terviç eden yaklaşımıyla öne çıkan bu film serisine gösterilen teveccüh, kültür hayatımızın içinde bulunduğu trajik durumu anlamak açısından dikkat çekicidir.

Dijitalleşme, her sanata uygulanıp onları bilgisayar ortamına bir ve sıfır rakamlarıyla birer görsel olarak kodlayıp milyarlarca insanın tüketimine sunarken; dijital sinema platformları tüketim şekliyle beraber, sinemayı öz ve biçim olarak değiştirmeyi başardı. İşte bu yüzden şeytanın bu sefer bizlere hazırladığı tuzak, çektiği son numara, gerçekle kurduğumuz hayalî ilişkiler ağında aranmalıdır. Dijitalleşmeyle gelen kolaylıklar sayesinde artık izleyici için herhangi bir oto-kontrol ya da bağlayıcı kurallar söz konusu değildir. Bilgisayar oyunu bağımlılığı, sosyal medya bağımlılığı gibi artık ardı arkası kesilmeyen dizi izleme bağımlılığı başlamış durumdadır. Gençlerin ferdiyet bilinci zaafa uğratılıyor ve her biri birer manipülasyon nesnesi hâline getiriliyor. Çok farklı tarzlarda kurgulanan yapımların yanında müstehcen içeriklere ulaşım kolaylığı genç kuşakları zihinsel açıdan dumura uğratıyor. Yüzünü her zaman ustalıkla maskeleyebilmiş şeytan, dijital zamanlarda yine kendine yakışan kusursuz kıyafeti seçiyor âdeta.

Şu var olan hâliyle kültür emperyalizmine karşı koyabilmek için daima müteyakkız olmak gerekiyor. Gerçeklik ve bütünlük duygusunu tamamen yitirmiş sessiz yığınlar için anlamın değil yalnızca zevk ve gösterilerin bir değeri var artık. Bu noktada en büyük sorumluluğun mütefekkirlerin omuzlarında olduğu söylenebilir. Çünkü toplumların farkındalık bilincini ikame edenler daima âlim ve entelektüeller olmuşlardır. Bu önermenin tersi de doğrudur. Şöyle ki, bir toplumun sefil ve sefih bir hayatı tercih etmesi, pragmatist bir tutumu benimsemesi, pespayeliğe ve ahmaklığa rıza göstermesi entelektüellerinin ve âlimlerinin görevlerini bihakkın yapmamasından dolayıdır. Temel yapı taşı moral bozukluğu olan yeni duygusal düzenin farkına varılarak bu mesele üzerinde düşünmeyi sürdürmek gerekiyor.

Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle…

                                                                                      Umran


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353