TÜRKİYE EMAN YURDUDUR Göçmenler, Provakasyonlar ve Türkiye'nin Tarihsel Misyonu

 

        Editör                                 Ağustos 2024, Sayı: 360, Sayfa: 1

HAMAS Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’nin İran’ın başkenti Tahran’da 31 Temmuz gecesi uğradığı suikastla katledilmesi neresinden bakarsak bakalım, soru işaretleriyle dolu bir hadise. Ama şu hakikat hiçbir şekilde değişmeyecektir: Filistinliler, kendilerine ait topraklarda yaşama hakkı için direnmeye ve mücadele etmeye devam edecektir. Haniye’nin şehadeti üzerine, Faslı düşünür ve filozof Taha Abdurrahman, “Büyük lider İsmail Haniye’nin şehadeti, kalbimizde derin bir etki bırakmış olsa da şehadet bu liderin kişisel niteliklerinden biridir.” dedi. Abdurrahman ayrıca şunları ekledi: “O, şehadeti inancı ve davası gibi içinde taşıyordu, onun gibi biri Rabbi ile ancak şehit olarak buluşabilir. O, zaten yaşarken bir şehit gibiydi, şimdi ise şehit olarak yaşamaya devam ediyor. İki hayat ve iki şehadet ile müjdeler olsun ona! Bize hayatın şehadetsiz, şehadetin de hayatsız olamayacağını öğretti.”

Muvahhidliğine, vakarına, mücadelesine ve şehadetine şahitlik ettiğimiz İsmail Haniye, Aksa Tufanı’ndan sonra Türkiye’yi ziyaret ettiği Nisan ayında Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamada işgal rejiminin aşamalı soykırım planının nasıl işlediğini ortaya koymuştu: Önce Gazze’ye havadan yoğun bombardıman, sonra acımasız kara harekâtı, daha sonra ise seçerek insan öldürme!

Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın kutsallığı, dokunulmazlığı için ölümüne mücadelenin sembol isimlerinden İsmail Haniye, Gazze ve Batı Şeria’nın birleşmesi, bağımsız Filistin devletinin kurulması için her türlü fedakârlığa hazır olduğunu vurgulamıştı: “HAMAS, Gazze’nin idaresinde tek söz sahibi olma ısrarında değil ama biz Filistin halkının bir parçasıyız. Ortaklık temelinde millî birlik hükûmeti kurabilir ve Gazze’nin yönetiminde anlaşabiliriz.”

İsmail Haniye’nin siyasi liderliğinin Filistin’in hemen her tarafında günden güne kabul görmesi kuşatıcı perspektifinden kaynaklanıyordu. Gazze’de kalıcı ateşkes, İsrail’in Gazze Şeridi’nin tamamından çekilmesi, yerinden edilenlerin evlerine geri dönmesi, yeniden imar, ablukanın kaldırılması ve bir takas anlaşmasına varılması hedefleri arasındaydı. Ne olursa olsun Filistinliler hangi sıkıntılılarla, hangi belalarla boğuşursa boğuşsun inanıyoruz ki Haniye’nin hedefleri bir gün mutlaka gerçekleşecek ve en nihayetinde haydut İsrail işgal rejimi yenilecektir.

                                                         ***

Geçen ayın sıcak gündemlerinden biri göçmenlerle ilgiliydi. Ana gündem olmasa da her geçen gün farklı boyutlarıyla dallanıp budaklanan bu hadiseden evvel meselenin küresel boyutuna değinmek gerekiyor. Günümüzde çeşitli şekillerde ortaya çıkan göçmen figürü, dünyanın tüm ülkelerine yayılmış durumdadır. Almanya’dan İngiltere’ye, ABD’den Hindistan’a, Polonya’dan Panama’ya, Kırgızistan’dan Nijer’e, Cezayir’den Rusya’ya tüm ülkelerde göçmenlerle ilgili tartışmalar gündemin ilk sıralarında yer alıyor. Uluslararası göç, son iki on yılda yüzde 45 arttı. Küresel güneyden kuzeye göç, daha iyi bir gelecek umudu için kuzeye taşınan yüksek becerili profesyoneller ve ikinci olarak inşaat işçileri, ev hizmetlileri, bakım çalışanları, düşük ücretli hizmet işlerinde çalışanlar olmak üzere iki ana akımdan oluşuyor. Fakat iç göç, toplam göçün çok daha büyük bir payını oluşturuyor. 

Dolayısıyla içinde yaşadığımız yüzyılda tarihte hiç olmadığı kadar bölgesel ve uluslararası göçmenin bulunması, çağdaş politikada göçmenin merkezi önemini ortaya koymaktadır. Günümüzde göçmenlik meselesi bir güvenlik ve sosyal haklar sorunu olarak işleniyor ekseriyetle. Neoliberal politikaların neticesinde artan yoksulluğun müsebbibi görülen göçmenler aynı zamanda millî güvenliğe tehdit olarak gösterilmeye çalışılıyor. Her gün yeniden üretilen bu söylem, her türden entegrasyon politikasını devre dışı bırakmakta ve başarısızlığa mahkûm etmektedir.

Kayseri’de meydana gelen ve orayla sınırlı kalmayan olaylar, Türkiye’yi hedefine yerleştiren küresel emperyalizmin Suriye halkını Türkiye aleyhine bir kez daha kullandığını ortaya koydu. Projesinin birinci aşaması, Türkiye’ye karşı bir tampon terör devletçiği oluşturabilmek için Suriye’yi yerli halkından boşaltmak, ikinci aşama ise, bu mağdur kitlelerin sığındığı ülkeleri kargaşaya sevk etmekti. Denilebilir ki Suriye ile ilgili sorun, güncel sıradan bir olay değil, daha ötede bir anlam taşımaktadır. Çünkü toplumumuzun tarihsel misyonunu da zorlayan bir proje konusudur. Tabii artık akıllar o kadar küçüldü ki dünyada ve Ortadoğu’da vuku bulan olayların hakikatini göremez hâle geldi. Enteresandır Türkiye’de öznesi seküler milliyetçiler olan düşmanlaştırıcı eylemlerin hedefinde özellikle halkı Müslüman beldelerden gelenler yer alıyor. Oryantalist literatürün Doğu toplumlarını tanımlamak için tedavüle soktuğu ‘ilkel’, ‘edilgin’, ‘keyif düşkünü’, ‘şehvetperest’ gibi klişeler sosyal medya mecralarında ve ekranlarda sıklıkla kullanılıyor.

Göç, bir tehdit ve kriz unsuru olarak görülürse bilhassa genç göçmenler damgalanmış, ötekileştirilmiş ve suça itilmiş bireyler olarak toplum ve ülke için daha fazla maddi ve manevi yük hâline dönüşebilirler. Hiç şüphesiz göç alan bir devlet göçü de belli bir mantıksal örüntünün içerisine sokmak durumundadır. Güçlü devletin belirgin özelliği her yönüyle plan ve projeksiyonlar çerçevesinde çalışabilmektir. Ayrıca köpürtülen Arap düşmanlığı, ülkenin üzerine bir ırkçılık, yabancı düşmanlığı, güvenilmezlik gibi algılar yapıştırıyor. Türkiye hitap ettiği coğrafya ve tarihsel misyonuyla büyük sorumlulukları bulunan bir ülkedir. Buradaki kritik husus devletin göç meselesine “kervan yolda dizilir” şeklinde bir bakışla eğilmemesi gerektiğidir.

Sadra şifa vermeyen gündemlerden sıkılan ve boğulan idrak ve vicdanlarımıza seslenen Taha Abdurrahman İstanbul ve Ankara’daki konferanslarında Türkiye’yi “eman yurdu, ana rahmi ve öncü ülke” olarak tesmiye etmişti. Zira her büyüğün kendi özelliklerinden ötürü büyük olduğunun farkındaydı. Tarihte küçüklüğünü yıkıp yerine büyüklükler dikenler olur ama genellikle, büyük büyüklüğe doğru, küçük küçüklüğe doğru yönelir, alçak daha alçalır, büyük daha büyür. Sosyal medyada ve bilhassa siyaset cephesinde görülen göçmen karşıtlığına, yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa varan düzeylerde cereyan eden söylem ve yaptırımlar da göçmenlere yönelik tavrın, bakışın ve eylemin değişmesine etki etmektedir. Mazlumlara kucak açmış bir toplumun mensubu olarak bizler hiçbir zaman ırkçılığa, yabancı ve göçmen düşmanlığına yatırım yapan siyaset bezirgânları gibi yabancı düşmanı olmadık ve olamayız. Bizler büyüklüğümüzü yerle bir etmeden, büyüklüğümüzü geliştirmeliyiz. Tarih boyunca sıkıntıdaki her topluma kucak açtık; bunu bir insanlık, Müslümanlık görevi bildik, bilmeye de devam edeceğiz. “Irkçı değiliz ama,” ile başlayıp hiç de alakamız olmayan göçmen karşıtı bir vurgu ile cümleyi bitirip sosyal medya seline kapılmamalıyız. Elimizden geldiğince bu haksızlıkların karşısında durmalıyız.

Not: Geçen sayımızın sunuşu teknik bir hata sebebiyle eksik çıkmıştır. Sunuşumuzun son kısmı şöyleydi: “Bu sebeple Abdurrahman’ı dikkatle okumak, onun düşünceleriyle hemhâl olmak bu çağda yaşayan Müslümanlar olarak kendimizi yeniden düşünme sürecinde yararlı olacaktır. Muhakkak ki en iyisini Allah bilir.”                                          Düzeltir, özür dileriz.

Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

                                                                                     Umran

                                                                 


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353