EDİTÖR Eylül-Ekim 1997, Sayı:39, Sayfa:1
"Celâli isyanlarından bu yana milletin üzerine sinmiş korkuyu kaldırmak lazım. Bu korkuya dayalı olarak siyaset yapanları da iyi tanımak gerekir. ”1950’ li yılların ortalarında dönemin Başbakanı Adnan Menderes bir konuşmasında bu tespitte bulunmuştu. Ve yine bir başka konuşmasında “Türkiye’de, halk kendisini seçmemiş de olsa, kendini meşru iktidar görenlerin var ve etkin olduğunu bilmek gerekiyor" diyordu. Türkiye'de bugün yaşanan duruma baktığımızda İbn Haldun’un “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzediği kadar benzer” sözünü doğrulayan yukarıdaki tespitlere birebir uyan hadiseler yaşıyoruz. Gerçekten bugün, halkın vermediği iktidarın sahipleri, hukuku yok sayan bir mantıklı toplumun büyük bir kesimi üzerinde korku rüzgarları estirmeye çalışmaktadırlar. Toplumun dörtte birinin oyunu akın bir parti, hiçbir makul gerekçe olmadan Anayasa Mahkemesi kıskacına sokulmuş ve o partiye oy verenler adeta suçlu pozisyonuna düşürülmüştür. Hemen hemen tümüyle halkın yardımlarıyla ve devletin okulları olarak inşâ edilmiş eğitim kurumlan olan imam Hatip Liselerini orta kısımları yine hiçbir ciddi gerekçe göstrilmeden kapatılmıştır. Ayrıca lise bölümünün de akibeti meçhul bırakılarak, insanların oraya yönelmeleri engellenmiştir. Bu okullardan mezun insanlar ise “sakıncalı” durumuna düşürülmüştür. Ve nihayet MGK genel sekreterliği tarafından hazırlandığı söylenen bir tasarıya göre, dinî hayata taalluk eden en ufak bir davranış bile şiddetli cezayı gerektiren suç kapsamına alınmak istenmektedir. Bütün bu saydığımız olaylar ve benzerleri toplumun büyük bir kesimi üzerinde korku ve dehşet yaratmaya dönük, planlı, programlı hadiselerdir. Gerçekten de, eski içişleri Bakanı Meral Akşener’in tabiri ve tarifiyle “elitist, oligarşik dikta” nın dikte ettiği bir taşeron iktidarın uygulamaya koyduğu bu dayatmalar toplumun keskin kamplara bölünmesi tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim laik-antilaik diye isimlendirilimeye çalışılan bu kamplaşma normal halk kitleleri arasında bile psikolojik olarak kendini hissettirmeye başlamıştır. Ve her baskı döneminin tabii bir sonucu olan iftira, ihbar kampanyaları revaç bulmaya başlamıştır. O kadar ki, istihbarat toplama işi devletin resmî görevlilerinin çoluk çocuklarına kadar indirgenmiştir. Herkes kendisinin daha ilerici olduğunu ispat etme gayretine düşmüştür. İslâm’a ilişkin bir konuda en ufak bir davranış ve söz devlet katında "tenzil” sebebi olmaya başlamıştır. Çok hassas olan bazı kavramlar ve konular düşünülmeden, tartışılmadan, dayatılan biçimiyle kabul edilmeye başlanmıştır. (Bu ortamın oluşmasına bir kısmı medyanın olağanüstü katkılarını da unutmamak gerekir.) Dolayısıyla zaten kısıtlı olan fikir özgürlüğü daha da kısıtlı hale gelmeye başlamıştır. M. Kemal’in ekonomi danışmanı A.H.Başar şunları söylüyor: “Bana nazaran kendilerini İslâm kültürüne daha yakın tanıdığım arkadaşlara mesela, Hasan Ali ve hatta Memduh Şevket Beylere bile bu bahiste birşey açamıyordum. Mürteci ve dindar gözükmemek için herkes elinden geleni yapıyordu.” Ayrıca bu çok mantıksız, manasız, hukuksuz dayatmalar insan ruhunda isyanlar meydana getirecek bir periyotta devam etme eğilimini göstermektedir. Sayın Akşener’in söylediği kadarıyla 28 Şubat MGK’ smda alman kararlar ısrarla ve her ne pahasına olursa olsun yürürlüğe konacaktır. Ve uygulamaya konacak her karar toplumdaki parçalanmışlığı derinleştirecek sonuçlar doğuracaktır. Bu toplumsal parçalanmışlık ve kutuplaşma kendini güçlü hisseden bir takım dayatmacıların, işine gelse de, toplumun menfaatlerine uymadığını hepimiz biliyoruz. Burada önemle üzerinde durulması gereken konu şudur: Bu, dayatmalara halkımız ilk defa muhatap oluyor değildir. Türkiye ]940'lı yılların faşizminiyaşamıştır. Türkiye’yi yönetenlerin ve yönetime râm olanların dışında, herhangi bir kimseye en ufak bir hürriyet kırıntısının bile verilmediği bir dönemi yaşamıştır. Milli Şefin iradesinin kanun olduğu, “milletin bir düşman kabul edildiği” en ufak bir özgür düşünce kırıntısının “cahilâne itiraz" ve “rejime muhalefet" kabul edildiği ve her câhilâne itiraz ve teşebüsün “kanunen ve cebren" bertaraf edildiği dönemleri yaşamıştır. Dolayısıyla bugünkü içine sürüklenmek istendiğimiz ortam nihayet “Milli Şef’ döneminin kötü bir taklidi ol- maktan öteye gitmeyecektir. Bundan ise milletin elde edeceği müsbet hiçbir kazanım yoktur. Hukuksuzluğu, zulmü ve dayatmayı yapanlara tarihte olduğu gibi sadece bir utanç kalacaktır. Aksini iddia edenlere Cumhuriyet dönemi demokrasi tarihinin kesintili bölümlerini okumaları tavsiye olunur. Son olarak şunu söylemek istiyoruz. Bu şedid, hukuksuz ortamın uzun süreli olması ihtimali yoktur. Bu bir ara dönemdir. Bu ara dönemin süresini uzatmak, dayatmalarına meşruiyet kazandırmak için müslüman insan unsurunu tahriklerle kanunsuzluğun içine çekmek isteyebilirler. Buna asla fırsat vermemek gerekir. Hele şiddeti çağrıştıracak en ufak bir harekete bile teşebbüs edilmemelidir. Ancak kanuni, meşru, hukuki tüm hak koruma vasıtaları bu dayatmalar karşısında kullanılmalıdır. Bu dayatmaların fikri, teorik ve eylem zemini irdelenmeli ve teşhir edilmelidir. Daha önce yapılan hatalardan ders alınarak çifte standartlı davranışları ortadan kaldırma gayretinde olmalıyız. Hukukun bir gün hepimize lazım olacağının kesinlikle bilincinde olmalıyız. Bu bağlamda hatırlanacak örnek bir olay DEP’lilerin meclisten atılması olayıdır. Eğer RP, DEP'tllerin düşüncelerine karşı olduğunu ilan ederek, ama onların fikirlerini mutlaka bu meclis platformunda söylemeleri gerektiğini ve DEP’le yapılacak siyasi mücadelenin meclis platformunda yapılması gerektiğini söylemiş olsaydı, elbette daha tutarlı olurdu. Kısaca dayatmayı, “benden yana ve ondan yana diye” niteleyip tavır almak yerine, dayatmanın her türüne karşı olmak gerekmektedir. Tutarlılık budur. Eski hataların kritiğini yaparak yeni döneme ilişkin politikalar üretmek, bu tereddüt ve korkunun kol gezdiği ortamı aşmak, müslüman siyasilerin ve entellektüellerin öncelikli görevidir. Tarihimizin kırılma noktalarından birini yaşadığımız şu anda, çok küçük ve güncel menfaatler karşılığı dayatmaların yanında yer alanlar çok yakın bir gelecekte utanacaklardır. Umalım ki, dayatmalar karşısında bugüne kadar çok iyi bir imtihan vermemiş olan bugünkü meclisi teşkil eden milletvekilleri bundan sonra gelecek olan dayatmalara, temsil ettikleri kurumun onuruyla mütenasip bir karşılık verebilmiş olsunlar. Şöyle elli yıllık tarihe bakarlarsa, yaşadığımız dönemin geçici bir ara dönem olduğu ve bu dönemlerde tutarlı davranış gösterenlerin milletin gönlünde yaşadığım görürler. Hukuk dışı dayatmacı zihniyet sahiplerine de şunu hatırlatmakta yarar var: Tarih, dayatmaların ve zulümlerin uzun ömürlü olamadıklarını gösteriyor. Öyle ki, bütün milleti muhalif ve bütün muhalifleri yoketme sevdasında olanların, ismi cismi unutulmuş ama, onlara karşı çıkanların bugüne intikal eden şahane dörtlükleri kalmıştır, işte bir örnek: “Padişahım, bir drahta (ağaç) döndü kim güya vatan, Bir baltadan bir şâhı (dal) hâlî kalmıyor. Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi; Gitgide zulmetmeye elde âhâli kalmıyor. "Mülkü ve iktidarı korumak adına ahaliyi yoketmelc isteyenlere ithaf olunur. Selamlar