EDİTÖR Nisan 2000, Sayı:68, Sayfa:1
Umran'ın önceki sayısında; “Soğuk Savaş” döneminin sona ermesinin ardından “Kızıl Tehlike”nin yerini “Yeşil Tehlike”nin almaya başladığını hatırlatarak son yıllarda Türkiye’de ve İslam dünyasında meydana gelen çoğu gelişmelerin, Batı’nın İslam’a karşı başlattığı “Yeni Soğuk Savaş”la ilintili olduğunu vurgulamıştık. Türkiye’de birkaç senedir şahit olduğumuz siyasal değişmeler de NATO’nun “Yeni Konsepti” ile doğrudan alakalı gözüküyor. Siyasal ve ekonomik gücü yed-i vahidinde tutan yönetici elitin, yeni NATO konseptine uyum sağlamada hayli mahir olduğu anlaşılıyor. Dilipak’ın açıklamalarına bakılırsa (s, 12-20); Batı’nın Türkiye’deki çıkarlarını garanti altına almak ve güvenliğini korumak amacıyla bir ‘çalışma grubu’ (BÇG) oluşturması da bu sratejik değişikliğin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Ardından 28 Şubat süreci, Refahyol iktidarının ‘post-modern’ yöntemlerle alaşağı edilmesi, hukukun siyasallaşması (daha yerinde bir tabirle militerleşmesi) sonucunda yasaların alabildiğine eğilip-bükülerek adeta bir silah gibi kullanılması, parti kapatmalar, düşünceye ağır cezalar, darbe tehditleri altında yapılan 18 Nisan ‘99 seçimleri ve nihayet, MGK’nın vesayeti altında etkinliğini ve işlevini büsbütün yitiren bir Meclis’in çeşitli ayak oyunları ve baskılarla “yeni konsept”e ve “sürec”e uygun bir cumhur-suz-başkan seçmeye zorlanması... Böyle bir sürecin uzantısı obuasından dolayıdır ki, cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye’nin en hassas ve kritik sorunu haline gelmiş bulunuyor. Görünen o ki, M. Emin Göksu’nun ifadesi ile (s.3-8), “cumhur”un, çoğunluğun değil de “seçkinci yapı”nın çıkarlarını korumaya dönük bir “başkan” aranmakta; kavga da gerilim de buradan kaynaklanmaktadır. Mustafa Erdoğan’ın vukufiyetle tesbit ettiği üzere (s.26-33), halktan alacakları “yetki beratına” (gerçek anayasaya) göre değil de, kendilerinin belirlediği “vesayet belgelerine” (düzmece anayasalara) göre çoğunluğu yönetmek isteyen bir azınlık grubunun saltanatlarını sürdürme çabası, bütün problemlerin kaynağıdır. İşte bu noktada, “zaten cumhur’un hiç başkanı olmuş mudur?” sorusu, canalacı biçimde dikiliyor karşınıza. Hatta, üstad Cevdet Said’in işaret ettiği (s. 21-25) çıplak haldkatle yüzyüze geliyorsunuz; Sıffın savaşıyla ‘rüşd’ünü yitiren İslam dünyasının o gün-bugündür, ikraha dayalı (dayatmacı) yönetimlerin ‘olağanüstü hal’ uygulamasıyla yönetile geldiği gerçeğiyle...Daha kesin ve yalın gerçek şu ki, Îslam ümmeti gibi Türkiye halkı da 'ikrahçı’ siyasal yapıların cenderesi altında ezile-büzüle yitirmeye yüz tuttuğu Îslami/insani kimliğini ve kişiliğini arıyor, M. Karaşahan’ın altını çizdiği gibi (s.41-47) “zübde-i kainat” olan insanı ‘kula kul olmaktan’ kurtarıp “insan-ı kamil” seviyesine yüceltecek bir fıtri düzen arayışı, bütün zamanların en kutlu çabası olmayı sürdürüyor. İnanıyoruz ki, insanımızın bu kutlu çabası, cebbar yönetimleri değiştirecek güçte olduğu gibi, her türlü şeytani hile ve desiseyi de altedecek kudrete sahiptir.