EDİTÖR Eylül 2016, Sayı:265, Sayfa:1
15 Temmuzdaki hadiseyi nasıl yorumlamamız lazım? Bu soruya cevap vermek için, süreç içerisinde yaşanan gelişmeler yanında meseleyi daha geniş bir zaviyeden incelememiz gerekiyor. Türkiye’deki bütün darbeler, son teşebbüs hariç belli bir hedef doğrultusunda yapılmıştır. 15 Temmuz’un ana hedefi ise Türkiye’nin parçalanmasıydı ki bu hareket FETÖ ile başlayıp onunla biten bir işgal hareketi değildir. Hareket, başta ABD olmak üzere NATO çıkışlı, diğer Avrupa ülkelerinin de destek verdiği bir konsorsiyumun eseridir. Zaten darbe girişimiyle baş gösteren “mega-kriz” de bizi en çok endişelendiren, krizin bu küresel niteliğidir. Bu açıdan söz konusu kalkışma, Türkiye’nin darbeler tarihi içerisindeki en trajik hamle olarak kaydedilecektir muhtemelen. Haliyle 15 Temmuz darbe girişimi, büyük fotoğrafın merkezinde yer alan küçük bir noktadan ibaret olup, fotoğraf ancak bütün boyutları ile birlikte değerlendirildiğinde gerçeği tespit edilebilmek mümkün olabilecektir. Söz konusu büyük fotoğrafı, bütünden parçaya, çevreden merkeze doğru incelemek, gerçeği görmeyi kolaylaştıracaktır. Fotoğrafın en genel boyutu Batı dünyasının İslâm’ı tüm düşmanlıklarının hedefi haline getirmesi oluşturur. Takiben ele alınması gereken ise tarihsel birikimiyle Türkiye’dir. Darbecilerin öldürmek istediği cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın diğer coğrafyalardaki Müslümanların gönüllerinde son derece itibarlı bir lider olduğu herkesin bildiği bir husustur. Bu, Erdoğan’ın şahsi özelliklerinden çok, Türkiye’nin bin yıl süreyle İslâm’ı en üst düzeyde temsil etmesinin doğal sonucudur. Farklı coğrafyalarda yaşayan Müslümanların mevcut durumlarına ve geleceklerine ilişkin güven ve umutlarında hep Türkiye vardır. Bu ise Türkiye’nin jeopolitik önemini kat be kat artırmaktadır. Dolayısıyla Türkiye, İslâm’a ve Müslümanlara yönelik kin ve düşmanlıkların hep hedefinde olan bir ülkedir. Bundan dolayı 2012 yılındaki Hakan Fidan olayından sonraki süreç içerisinde Gülen şebekesi, Batı medyası, sağ ve soldaki partiler ve seküler aydınlardan vs. oluşan bir ‘ittifak’ ortaya çıkmış; bununla Erdoğan arasındaki gerginlik sürekli artmış ve taraflar mücadeleyi bırakmamışlardır. 1980’li yıllarda CIA’nın “Yakın ve Güney Asya Bölgesi Milli İstihbarat Şefi” görevini yürüten Graham Fuller, Amerikan dış politikasının en önemli hedeflerinden birinin liberal bir İslâmî reformu teşvik etmek amacıyla Nurcuların -özellikle Fethullah Gülen’in- desteklenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Ona göre Gülen ekibi, Türkiye’deki ve yurtdışındaki okullarıyla, vakıf ve şirketleriyle “Ilımlı İslâm” projesinin en önemli aracı olmaya adaydırlar. Meselenin bu yönü dikkate alınmadan, solun, Kemalizm’in, liberallerin maddi hamiliğini bile üstlenen Gülen şebekesinin, sol-liberal aydınların çoğunu kendi yanına çekmeyi, kendi faaliyetlerini meşrulaştırmayı (özellikle Abant toplantıları ve medya ayağı sayesinde) başarması bihakkın kavranamaz. Bu açıdan sol-liberallerin tüm yelpazesi süreçten bizzat sorumlu, kendini dışarıda bırakamayacak kadar merkezi konumdadır. İslâmî kesim bu şebekenin eğitim ve bürokrasideki gücünü avantaja çevirmek için işbirliği yaparken sol–liberaller İslâmcılardan kurtulmak, onların kimliklerini yozlaştırmak, İslâmî kesimi bölüp parçalamak, bir din olarak İslâm’ı reforme etmek için bu şebekenin fikirlerini neoliberal tezlerle kuvvetlendirip hem Türkiye’de meşrulaştırdı, fikri ve siyasi zemin oluşturdu hem başta AB olmak üzere uluslararası çevrelere tanıtıp, destek almalarını, ciddiye alınmalarını sağladı. Bu aşamadan sonra krizin ortasından sorulabilecek sorulardan biri de “darbeden daha sert ne olabilir?” sorusudur ve bu noktada şunlar söylenebilir: eğer süreç az önce resmetmeye çalıştığımız şekilde işliyorsa, bu durumda 15 Temmuz kalkışmasının bir sonraki ve (sonuçları daha ağır) bir girişimin ilk ayağı olabileceği söylenebilir. Öyle gözüküyor ki Türkiye, Osmanlı’nın son döneminde nasıl birtakım örgütler Batıdan aldıkları destekle ülkenin parçalanması için çalışmışlarsa şimdi de PKK, DAEŞ ve PYD gibi teşkilatlar FETÖ ihanet şebekesinin içeriden, aynı güçler tarafından da dışarıdan desteklenerek Türkiye’ye karşı canhıraş bir mücadele vermektedirler. 15 Temmuz hareketi, sadece sürecin bir parçasıdır; süreç devam etmektedir. Ana amaç, yeni sosyolojik fay hatları inşa ederek Türkiye’yi sosyolojik olarak bölmektir. Sivil ve askeri bürokrasi ile özel sektör alanında yapılan çok seri ve yoğun operasyonların, yeni bir sosyolojik ayrışmaya sebep olup olmayacağı, yeni fay hatları inşa edip etmeyeceği iyi hesaplanmalıdır. Yangını söndürürken yangına benzin taşımamaya gayret edilmelidir. Bu konuda özellikle dikkatli olunması gerekmektedir. Çünkü sosyolojik savaşın etkileri anında değil yıllar sonra görülebilir, yavaş ve tedricidir. O sebeple krizin çözümü sürecinde yapılanların gelecek üzerinde kesin etkilerinin olacağı göz ardı edilmemelidir. Şunun da altı çizilmelidir; darbe girişiminin de etkisiyle birtakım şeylerin değişeceği kesin, önceki dünyaya geri dönüş olmayacaktır artık. Peki, bu değişiklikler derin ve kökten mi olacak? Dahası iyi yönde mi olacak? Elbette ki bu travmatik kriz yeni bir toplum türü doğurmaz ama eski türü yıkmaya yardım edebilir. Bu açıdan siyasi sistemde veya eğitim alanında ‘köklü’ reformlar yapmanın işe yarayabileceği söylenebilir. Örneğin, kamuda ‘liyakat’ sisteminin getirilmesi bir çare olabilir. Bu tür büyük değişiklikler kısa vadede de uzun vadede de birtakım aktörlerin ger çek anlamda yok olmasına yol açabilir. Ama zaman geçtikçe sağduyulu çözümlemeler daha anlık ve daha felaketçi tepkilerin yerini alacaktır. Ancak işgal harekâtı sonrasındaki süreçlere işe yarar biçimde müdahale etme şansımızı artırmak istiyorsak bu süreçte gözlemlediğimiz şeyi iyi tanımlamamız gerekir. Milletin, tüm o iktidar seçkinlerinin ve onlara ait mekanizmaların hiçbir işe yaramadığı yerlerde gerçek kurtuluş savaşlarını verdiği kadar, yardım çağrılarına çabucak icabet ederek, sahici yaşamsal mekânların yegâne inşa edicisi olduğunu bizzat yaşayarak gördük. Nitekim 15 Temmuz’da, daha emniyet güçleri harekete geçmeden, millet, darbeciler karşısında kendiliğinden harekete geçmiş ve oldukça farklı taktiklerle ciddi bir direnişi örgütlemiştir. Bununla birlikte adalet, hakikat, dayanışma gibi değerler yeni duygulanımların, yeni kavramların ve farklı bir dilin oluşmasının yolunu açmıştır. Unutmamalıyız ki yeni davranışların kökeninde her zaman yeni bir dil vardır. Kısacası acil bir genel çözümlemeye muhtacız. İslâm, salt bir din duygusu biçiminde de olsa bu halkın Sünnisi, Alevisi, her türden etnisitesi, sarhoşu, başı açık gezen veya çarşafa bürünen kadını nezdinde, evvela bir şuura doğru akmakta ve sokaklara yayılmaktadır. Zira toplumun geniş kesimlerinde, İslâm’ın bu toprakların harcı olduğu kanaati hâkim. Türkiye’nin tümelinin Müslümanlık olduğu şeklindeki yaklaşım memleketin bölünmemesini de izah eder aslına bakılırsa. Bundan sonra bu şuur altı tepkiler, beşerin fıtri aidiyet ve mensubiyeti olan sahih İslâm’a doğru evrileceği hususunda umut vermiştir. Ancak bunu Allah’ın bir mucizeyle gerçekleştirmesini beklemek boş avuntudur. Müslüman münevverler artık dinle alakalı olarak geleneğin, folklorun bütün malzemelerini kutsamak yerine, onları İlahi Vahyin ölçüsüyle tartmaya başlamalı, bu öğretiyi şu temiz fıtratlı halklarına anlatmalıdırlar. Zira peygamberler “insanları sırtlarındaki yükten ve bileklerindeki zincirlerden” kurtarmak için mücadele etmişlerdir. Ancak yalnızca böyle girişimler mevcut sorunları çözebilecek kalıcı politikaların hazırlanmasını sağlayabilir. İşte bu yüzden umutlu ya da umutsuz iki gelecek arasında bulunuyoruz. Dolayısıyla tercih edilen yeni hedefler ve uygulamaya konulan yeni yöntemler ya yeni bir düzenin oluşmasına yardım edecektir. Ya da zayıflığın ve zaafın neticesi olan uygulamalar sebebiyle, kriz bir çığ gibi her şeyi içine alacaktır. Bu vesileyle Kurban Bayramınızı tebrik ederiz. Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle.