Editör Temmuz 2019, Sayı: 299, Sayfa: 1
Türkiye ve İslâm dünyası hem içerde hem de dışarda ciddi sorunlarla karşı karşıya. ABD ile ilişkiler, İran ambargosu, Muhammed Mursi’nin şehadeti, Suriye, Doğu Akdeniz, yenilenen İstanbul seçimleri, G-20 Zirvesi, hepsi birbiriyle ilişkili gelişmeler.
Şurası son derece açık ki Türkiye, emperyalist bir kuşatma altında. Doğu Akdeniz’deki petrol/güç meselesi, S-400’lere karşı F-35 şantajı, terörle yapılan amansız mücadele, ekonomik problemler, Körfez’deki gerilim, Suriye/İdlip/Fırat’ın doğusu meselesi, ABD’nin en üst seviyeden Türkiye’yi ekonomik yaptırım ile tehdit etmesi gibi konular ile Türkiye’nin sıkıştırıldığı altüst olan bir dünyada bir erken seçim noktasına gelinmez inşaallah. Artık seçim yorgunu olan ülke rahatlamalı ve bir an önce bu atmosferden çıkarak iktidarıyla, muhalefetiyle ülke meselelerinde bütünleşmeli, adalet, işsizlik gibi temel sorunlar yanında dış politikaya, güvenlik meselesine ve ekonomiye odaklanmalıdır.
Türkiye etnik, mezhep, tarz-ı hayat fay hatlarına sahip. Sıkça dillendirilen etnik kimlikler seçimlerle beraber gittikçe siyasallaştı, Kürt milliyetçiliği yenilenen İstanbul seçiminde görüldü ki artık “kurşun asker” değil… Tarz-ı hayatı içeren laikdindar karşıtlık birbirine yakınlaşma görüntüsü sergilese de mezhep ve etnik iddialarla, bölge fanatizmiyle sürekli kaşınıyor, bu nedenle yeni siyasal alan müşterekliği kurmak için bir imkân olarak görülmelidir. Devletin mağdur üretmemesine, mazlum inşa etmemesine, memnuniyetsizliği artırmamasına özen gösterilmelidir. Unutmamak gerekir ki, güçlü devlet vatandaşlarını dışladığı, yok saydığı oranda değil kapsadığı, içselleştirdiği, bütünü içine eklemlediği oranda güçlüdür.
İstanbul seçim sürecinde Suriyelilere dönük ırkçılaştırılan nefret yüklü anti-mülteci siyaset, ülke içindeki gelişmelere karşı çok daha dikkatli olmayı gerektiriyor. Türkiye’nin 28 Şubat darbesi, 15 Temmuz darbe girişimiyle beraber yakında tarihte yaşadığı en önemli olaylardan olan Suriyeli mülteciler üzerinden beraberliği zedeleyen açıklamalara her an bir yenisi ekleniyor. Bu konuda hükümetin mültecileri mümkün olduğunca barındırmak, ülke içinde tutmak eksenli siyasetin sonuna kadar destekçisi olduğumuzu ilan etmeliyiz. İdeolojik körlük ile vicdani akıl arasındaki fark da budur. Hem zaten beraberlik, diğer topluluklar ile ortalığı kan ve gözyaşına boğmadan yaşayabilmek demek değil midir?
Ülkemizin Batılılaşma sürecinde, bir yandan mevcut bireysel ve toplumsal özellikler, yapılar, kurumlar, değerler, anlayışlar, inançlar, hayat tarzları adeta “imha” edilirken; diğer yandan da Avrupa ülkelerinin ve bireylerinin teşkil ettiği modele uygun bireysel ve toplumsal özellikler, yapılar, kurumlar, değerler, anlayışlar, inançlar, hayat tarzları yeniden “inşa” edilmeye çalışıldı. Bunların yeni kültürcü ataklarının son zamanlarda artması, Türkiye’deki ahlak ve kimlik tartışmalarını da derinden etkiliyor, dönüştürüyor.
Batılılaşma sürecinde, okullar başta olmak üzere her alanda toplumumuza yüklenen kimlik onu asla tatmin etmediğinden bu konudaki çıkış arayışı süreklilik kazanmıştır. Cumhuriyet döneminin sosyal ve siyasi gelişim dinamiğini oluşturan şey bir “öz ve kimlik” arayışıdır. Toplum bu arayışa yakın duran siyasilere destek vermiş, bağrına basmıştır. Sahici olsun olmasın merkeze tavır koyabilen veya öyle olduğuna inandığı partilere yakın durmuştur. İslâm, ezan, cami, din öğretimi, laiklik gibi konulardaki tavırlar bu noktada sembolik hâle gelen konulardan birkaçıdır.
İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması kitabındaki deyimiyle Batıcı, laik ve bürokratik oligarşiye karşı Doğucu, İslâmcı, halk cephesinin teşekkül etmesi bunun neticesidir. Ne var ki tüm iyi niyetli girişimlere karşın düzenin normalleşmesi bir türlü gerçekleşmedi. Ayrıca toplumsal, siyasal ve ekonomik açıdan ülkenin normalleşmesi için öncelikle seküler devlet güçlerinin tümünün temsilciliğini üstlenen CHP, millet ile barışmalı, halk ile bütünleşmeli, müfrit laikçi ve kurucu ideoloji Kemalizm’in değerlerini referans alan ulusalcılardan kurtulmalıdır. Laikçilik adına milletin değerlerine, dindarlara hasmane tutum sergilemekten vazgeçmelidir.
Öteden beri CHP’de çeşitli arayışlar söz konusu olsa da erken dönemde şekillenen tarihsel bagaj, kendini güncelliyor ve fırsatını bulduğu anda belirginlik kazanıveriyor. Denebilir ki, CHP’nin hafızasını paranteze almadan bir çıkış yolu bulması pek mümkün görünmüyor. Elbette bu ikircikli hâl sadece CHP açısından değil Türkiye’nin siyasi hayatı açısından da önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bir taraftan partinin ideolojik, tarihsel kodlarını esnetme bir taraftan da kendi üyelerinin dışındaki seçmene ulaşma niyeti arasında sıkışan CHP’yi daha yakından takip etmek gerekiyor. Halktan kopuk “klasik CHP’li” tipolojinin seçimsiz geçecek birkaç yıl içindeki performansı aynı zamanda Türkiye’de düzenin ne kadar normalleştiğini de görme imkânı sunacaktır.
Türkiye’de ve İslâm âleminde karşılaştığımız acılar, ölümler, ihanetler, bize kurulan tuzaklara dikkat etmemizi, oyuna gelmememizi gösteriyor. Türkiye’den yükselen samimi sesler insanımızın uyanışının ve dirilişinin bir göstergesi olarak umut vericidir ama henüz yeterli değildir. Herkes için ahlak, adalet ve huzur getirecek bir İslâmî uyanışın tekrar hayatımıza hâkim kılınmasıyla ancak yeniden köklü bir değişim, bir diriliş ve kurtuluş gerçekleşebilecektir.
Bu vesile ile şunu daima hatırlamalıyız: İnsanca varoluşunun kökenleri ta Hz. Âdem’e kadar dayanmakta ve süreç içinde gerektiğinde bu insanca varoluşun kökenleri tazelenip yenilenmektedir. İslâm’ın sürekli diri ve yeni olmasının sebebi ve anlamı da budur. Allah’ın dini bir zaman dilimi içerisine hapsedilemez ve dondurulamaz. Bir cemaatin veya topluluğun eline ve insafına terkedilemez. İslâm, Allah katında tek dindir, her yer ve zamanda bütün insanlar içindir.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.
Umran