Siyaset Meydanı Isınırken İdeolojiler, Aktüel Siyaset ve Politik Şiddet

 

Türkiye’de siyasetin şeklinin nasıl olacağı ve aktörlerinin kimler olacağına dair aktüel tartışmalar hararetli bir
biçimde devam ediyor. Seçim sürecinde siyaset meydanının hareketlenmesiyle özellikle aday listelerinin kesinleşmesiyle
birlikte buna benzer tartışmaların artacağında şüphe yok. Gelgelelim bu konular tartışılırken ortaya
konulan değerlendirmeler çoğu zaman Türkiye’nin yaşadığı siyasî, sosyal ve kültürel dönüşüm süreçleri dikkate
alınmadan ya kişiler üzerinden ya da artık büyük ölçüde miadını doldurduğunda şüphe olmayan siyaset tarzları
üzerinden yapılıyor. Hal böyle olunca siyaseti biçimlendiren daha doğrusu biçimlendiremeyen siyasallık konusu
çok gündeme gelmiyor, hemen herkes ham hayalleriyle oyalanmayı tek çare olarak görüyor. Bu açıdan bakıldığında
‘sağ’ ve ‘sol’ siyasetin, hele hele 1980 darbesi öncesi ‘sağ’ ve ‘sol’ siyasetin bundan böyle Türkiye siyasetinde
ciddi bir varlık göstermesi mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Buna başka bir kritik tarih olarak 28 Şubat
1997 sonrasını da eklemek gerekecektir muhakkak. Belki, eskiden izler taşıyan eğilimler olabilir, bunun üzerine
birtakım denemeler olabilir fakat bu tarzın artık ülke siyasetinde ciddi bir ‘reel’ bir karşılığı yoktur. Bundan dolayı
Türkiye solunun Kürt siyasi hareketi üzerinden bir çıkış araması ilk elde umut vaat eder gibi gözükmektedir fakat
bir süre sonra onun da çok anlamlı olmadığı fark edilecektir. Özellikle Gezi eyleminden daha evvel (ve elbette
sonra), sokağı siyasal katılımın bir tarzı ( hatta doğrudan demokrasi otonomisi) olarak gören Kürt siyasi hareketi
bir katılım biçimi olarak politik şiddete başvurmuştu. Gezi olaylarının ardından vuku bulan 6/7 Ekim hadiseleri şiddetin
bundan sonra ne tür bir siyasal toplumsallaşmaya neden olacağını görmek açısından tipik iki örnekti. Gezi
sürecinde ilk defa politikleşen genç nüfusun politik kariyerlerinin sonraki safhalarında, siyasal alanda kalıp kalmayacakları,
forumlardan geçerek parti aktivizmine dönüşüp dönüşmeyeceğini veyahut pasifleşip sistemle uyum
içerisine girip girmeyeceklerini zamanla daha iyi görülecek. Bu yüzden varolan ideolojik boşluğu İslâmcılıktan
başka hiçbir ideolojik akımın dolduramayacağını daha kuvvetli bir biçimde ifadelendirmek gerekiyor. ‘Batıcılık’,
‘Sağ’ veya ‘Sol’, ne denilirse denilsin, ‘ideolojik’ manada kayda değer bir yaklaşımın olmadığı söylenebilir. Bu manada
1970’li, 1980’li yıllar, çok rahatlıkla, batılı ideolojilerin Müslüman dünyada cazibesinin kalmadığı dönemler
olarak görülebilir. Cazibe kalmadıktan sonra, giderek bu ideolojilerin etkisinin azalacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Tabii ki etkinin boyutu büyük olduğundan arınma süreci de uzun zaman alacaktır. Çünkü fikrî mücadele ferdi
arzulardan, menfaatlerden, rahatlıklardan fedakârlık etmeyi meşakkatlere katlanmayı gerektirmektedir. Bununla
beraber yeniden iman etmeyi, Allah’ın vazettiği değerlere, yaşam tarzına uymayan değerleri, hayat tarzını terk
etmeyi ve buna bağlı olarak da hakkı, sabrı ve merhametli olmayı ve tavsiye etmeyi içermektedir.
Şüphesiz Haziran ayında yapılacak olan genel seçimler her seçim gibi çok önemli, belki bugüne kadar olup
bitenlerin kurumsallaşmasını (norma dönüşmesini) sağlayacak derecede hayati. Fakat toplumsal alanda yaşanan
sıkıntılar, çürüme olarak vasıflandırılan durumlar İslâmî açıdan anlamlandırılmaya çalışıldığında çok ciddi bir düşünsel
çabayı gerekli kılmaktadır. Olumlulukları göz ardı etmeyen fakat adalet mesuliyetinden dolayı olumsuz
olana, kontrollü gerilim stratejisine belli noktalarda eleştiri getirilmesi gerekmektedir. Siyasî kurumlar dışında
yer alan bilim insanları, ulema, düşünürler, kanaat önderleri, cemaatler, hareketler, STK’lar ve kendisini tebliğle
sorumlu tutan herkes bununla mükelleftir.
Kabul edilmelidir ki bugün insanlar, kendi oy verdikleri partilerinden şikâyet etmekte, başka iktidar alternatifi
olmadığından yakınarak da olsa oy vermelerini makul ve mazur göstermeye ve böylece kendilerini “avutmaya”
çalışmaktadırlar. Dört yılda bir verilecek bir oyla her şeyin düzeleceğini, oy verip kurtulacaklarını sanmak gibi bir
düşünce ve bir tavır sergilenmesi çok acı durumdur. Şüphesiz oy vermek gerek şarttır, yeter şart değildir, yeter
şart oy verilen partilerin kendi kültür ve medeniyet değerlerine uygun ne ürettiklerinin, ne yaptıklarının, kendi
kültür ve medeniyet değerlerine zarar verip vermediklerinin, daha açıkçası dosdoğru bir yol tutturup tutturmadıklarının
denetlenmesidir. Bu sorgulamayı yapabilmek için İslâmcılığın öteden üzerinde durduğu ve Cevdet
Said’in Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları kitabında üzerinde durduğu ilahi yasalar, ilahi yasaların
sürekliliği ve değişmezliği, bireysel ve toplumsal değişimin ana yasası gibi konuları tekrar hatırlamanın zaruri ve
gerekli olduğunu hatırlamalıyız.
Yaşananlar karşısında sözünün hükmü yok derecesine indirgenmiş İslâmcılar için siyasî bir mücadele sürdürmenin
imkânlarını tartışmaya devam etmek açısından bireysel ve toplumsal değişime dair konuları yeniden
masaya yatırmak durumundayız. Elbette bu gereklilik salt hoşnutsuzluğun eslediği kahırlı tepkisellikten değil
daha iyinin, hayırlının ne olduğuna ilişkin soruları gündeme getirmek ve varolan durumun olumlu olmayan boyutlarını
eleştirmektir.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

 

EDİTÖR                                                   Nisan 2015, Sayı:248, Sayfa:1

Türkiye’de siyasetin şeklinin nasıl olacağı ve aktörlerinin kimler olacağına dair aktüel tartışmalar hararetli bir biçimde devam ediyor. Seçim sürecinde siyaset meydanının hareketlenmesiyle özellikle aday listelerinin kesinleşmesiyle birlikte buna benzer tartışmaların artacağında şüphe yok. Gelgelelim bu konular tartışılırken ortaya konulan değerlendirmeler çoğu zaman Türkiye’nin yaşadığı siyasî, sosyal ve kültürel dönüşüm süreçleri dikkate alınmadan ya kişiler üzerinden ya da artık büyük ölçüde miadını doldurduğunda şüphe olmayan siyaset tarzları üzerinden yapılıyor. Hal böyle olunca siyaseti biçimlendiren daha doğrusu biçimlendiremeyen siyasallık konusu çok gündeme gelmiyor, hemen herkes ham hayalleriyle oyalanmayı tek çare olarak görüyor. Bu açıdan bakıldığında ‘sağ’ ve ‘sol’ siyasetin, hele hele 1980 darbesi öncesi ‘sağ’ ve ‘sol’ siyasetin bundan böyle Türkiye siyasetinde ciddi bir varlık göstermesi mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Buna başka bir kritik tarih olarak 28 Şubat 1997 sonrasını da eklemek gerekecektir muhakkak. Belki, eskiden izler taşıyan eğilimler olabilir, bunun üzerine birtakım denemeler olabilir fakat bu tarzın artık ülke siyasetinde ciddi bir ‘reel’ bir karşılığı yoktur. Bundan dolayı Türkiye solunun Kürt siyasi hareketi üzerinden bir çıkış araması ilk elde umut vaat eder gibi gözükmektedir fakat bir süre sonra onun da çok anlamlı olmadığı fark edilecektir. Özellikle Gezi eyleminden daha evvel (ve elbette sonra), sokağı siyasal katılımın bir tarzı ( hatta doğrudan demokrasi otonomisi) olarak gören Kürt siyasi hareketi bir katılım biçimi olarak politik şiddete başvurmuştu. Gezi olaylarının ardından vuku bulan 6/7 Ekim hadiseleri şiddetin bundan sonra ne tür bir siyasal toplumsallaşmaya neden olacağını görmek açısından tipik iki örnekti. Gezi sürecinde ilk defa politikleşen genç nüfusun politik kariyerlerinin sonraki safhalarında, siyasal alanda kalıp kalmayacakları, forumlardan geçerek parti aktivizmine dönüşüp dönüşmeyeceğini ve yahut pasifleşip sistemle uyum içerisine girip girmeyeceklerini zamanla daha iyi görülecek. Bu yüzden varolan ideolojik boşluğu İslâmcılıktan başka hiçbir ideolojik akımın dolduramayacağını daha kuvvetli bir biçimde ifadelendirmek gerekiyor. ‘Batıcılık’, ‘Sağ’ veya ‘Sol’, ne denilirse denilsin, ‘ideolojik’ manada kayda değer bir yaklaşımın olmadığı söylenebilir. Bu manada 1970’li, 1980’li yıllar, çok rahatlıkla, batılı ideolojilerin Müslüman dünyada cazibesinin kalmadığı dönemler olarak görülebilir. Cazibe kalmadıktan sonra, giderek bu ideolojilerin etkisinin azalacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii ki etkinin boyutu büyük olduğundan arınma süreci de uzun zaman alacaktır. Çünkü fikrî mücadele ferdi arzulardan, menfaatlerden, rahatlıklardan fedakârlık etmeyi meşakkatlere katlanmayı gerektirmektedir. Bununla beraber yeniden iman etmeyi, Allah’ın vazettiği değerlere, yaşam tarzına uymayan değerleri, hayat tarzını terketmeyi ve buna bağlı olarak da hakkı, sabrı ve merhametli olmayı ve tavsiye etmeyi içermektedir. Şüphesiz Haziran ayında yapılacak olan genel seçimler her seçim gibi çok önemli, belki bugüne kadar olup bitenlerin kurumsallaşmasını (norma dönüşmesini) sağlayacak derecede hayati. Fakat toplumsal alanda yaşanan sıkıntılar, çürüme olarak vasıflandırılan durumlar İslâmî açıdan anlamlandırılmaya çalışıldığında çok ciddi bir düşünsel çabayı gerekli kılmaktadır. Olumlulukları göz ardı etmeyen fakat adalet mesuliyetinden dolayı olumsuz olana, kontrollü gerilim stratejisine belli noktalarda eleştiri getirilmesi gerekmektedir. Siyasî kurumlar dışındayer alan bilim insanları, ulema, düşünürler, kanaat önderleri, cemaatler, hareketler, STK’lar ve kendisini tebliğle sorumlu tutan herkes bununla mükelleftir. Kabul edilmelidir ki bugün insanlar, kendi oy verdikleri partilerinden şikâyet etmekte, başka iktidar alternatifi olmadığından yakınarak da olsa oy vermelerini makul ve mazur göstermeye ve böylece kendilerini “avutmaya”çalışmaktadırlar. Dört yılda bir verilecek bir oyla her şeyin düzeleceğini, oy verip kurtulacaklarını sanmak gibi birdüşünce ve bir tavır sergilenmesi çok acı durumdur. Şüphesiz oy vermek gerek şarttır, yeter şart değildir, yeter şart oy verilen partilerin kendi kültür ve medeniyet değerlerine uygun ne ürettiklerinin, ne yaptıklarının, kendi kültür ve medeniyet değerlerine zarar verip vermediklerinin, daha açıkçası dosdoğru bir yol tutturup tutturmadıklarının denetlenmesidir. Bu sorgulamayı yapabilmek için İslâmcılığın öteden üzerinde durduğu ve Cevdet Said’in Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları kitabında üzerinde durduğu ilahi yasalar, ilahi yasaların sürekliliği ve değişmezliği, bireysel ve toplumsal değişimin ana yasası gibi konuları tekrar hatırlamanın zaruri ve gerekli olduğunu hatırlamalıyız. Yaşananlar karşısında sözünün hükmü yok derecesine indirgenmiş İslâmcılar için siyasî bir mücadele sürdürmenin imkânlarını tartışmaya devam etmek açısından bireysel ve toplumsal değişime dair konuları yeniden masaya yatırmak durumundayız. Elbette bu gereklilik salt hoşnutsuzluğun eslediği kahırlı tepkisellikten değil daha iyinin, hayırlının ne olduğuna ilişkin soruları gündeme getirmek ve var olan durumun olumlu olmayan boyutlarını eleştirmektir. Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

 


  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353
  • Sayı: 352
  • Sayı: 351
  • Sayı: 350
  • Sayı: 349
  • Sayı: 348