EDİTÖR Aralık 2014, Sayı:244, Sayfa:1
Son aylarda bölgemizde çok ciddi gelişmeler oluyor. İsrail’in Mescid-i Aksâ saldırısı, Akdeniz’deki enerji savaşları, Suriye ve Mısır’da yaşananlar İslâm âleminin içinde bulunduğu içler acısı durumu özetler mahiyette. Aynı şekilde Türkiye’de gerek siyasi gerekse sosyal alanda yaşanan olaylar da son derece önemli. Her geçen gün daha görünür hâle gelen iş kazaları, lüks ve şatafat Müslümanlardan bir kısmının içinde bulunduğu açmazı gözler önüne sermekte, varolan tartışmaların seyrini önemli ölçüde farklılaştırmaktadır. Belki Raşid Gannuşi’nin -farklı bir bağlamda- son yazılarından birinde belirttiği üzere, “yaşanan bu müthiş değişim sürecinde, siyasî mücadelenin çoğu zaman yalnızca (…) İslâmcılar ve sekülerlerden oluşan karşı kutuplar arasında yaşanan bir tercih olduğu izlenimi yaratılması”nın meseleyi tümden izah edemediğinin akılda tutulması zarurî. Hatırlanacağı üzere Türkiye’de İslâm/Müslümanlık ekseninde sürdürülen tartışmalar uzun yıllar genelde laiklikle ilintili olmuştur. Bunda devletin uygulamaları, yasal bir takım kısıtlamalar ve Müslümanların kendi kimliklerini inşa süreçleri de tesirli olmuştur elbette. Haliyle laiklik tartışmasına nazaran dünyevileşme ve sekülerleşme tartışmaları 1980’lerin sonundan itibaren her geçen yıl daha yoğun bir şekilde gündeme gelmiştir. Bu tartışmalar belli bir dönemde laiklikle ilişkili olmuş hatta ‘sekülarizm’ kelimesi ‘laisizm’ olarak anılmıştır. Bu noktada laiklikle sekülarizm arasında dine karşı tavır almada farklılıklar gündeme gelir. Dine karşı tutumu daha sert olan laikliğin aksine sekülarizm, dine karşı daha mutedildir. Sonraki yıllarda “Müslüman kalbin parçalanması” olarak sekülerleşme sürecinin muhafazakârlıktan bağımsız düşünülemeyeceği de değişik vesilelerle ifade edilmiştir. II. Mahmut’un ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin aksine II. Abdülhamid çizgisinin muhafazakâr modernleşme yolundaki tercihinin Cumhuriyet döneminde DP (Adnan Menderes), ANAP (Turgut Özal) ve AK Parti (Recep Tayyip Erdoğan) tarafından sürdürüldüğü hatta bu eğilimin ‘tekno-muhafazakârlık’ olarak anılmasının doğru olacağı ileri sürülmüştür. Haddizatında bu durum, muhafazakârlığın aydınlanma ürünü bir tepki ideolojisi olduğu düşünüldüğünde tümden yersiz değildir. Zira Fransız İhtilali’nin aşırı gelenek/din düşmanlığı neticesinde ortaya çıkan yıkımı engellemek amacıyla, her ne kadar geleneğe ait bazı unsurlar muhafaza edilerek modernleşmenin doğru olacağına dair vurgulamalar olsada, modernlikte içkin olan sekülerliğe itiraz kaydı düşmemesi muhafazakârlığın modernitenin yardımcısı pozisyonunu tahkim etmiştir.Üzerinde tefekkür edilmesi ve herkesin kendi durumunu değerlendirmesi ve sorgulaması açısından şunları yeniden hatırlamalıyız: İslâm’ın insan, evren, tarih ve hayat algısında dini ve din dışı/profan bir ayrımın yapılması mümkün değildir. İslâm kendisini “ed-din” olarak tanımlar ve kendi epistemolojisi çerçevesinde bir “hayat tarzı” inşa eder. İslâm’ın peygamberlik vasıtasıyla modellediği hayat tarzı ve hayatı anlama ve anlamlandırmada ortaya koyduğu metot kendine özgüdür. Dolayısıyla İslâm noktayı nazarından bakıldığında dini-dünyevi, maddi manevi, ruh-beden, kamusal-özel gibi ayrımlar yapmak söz konusu değildir. Tevhidin dünya görüşünde insan, bir kul olarak kendisini gerçekleştirmek ve hayat algısını bu kulluk bilincine göre inşa etmek zorundadır. Allah bütün âlemlerin rabbi, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün insanlığın rol modelidir. Müslüman’ın zihin dünyasında medcezir hâli olarak tanımlanan ‘dünyevileşme’, ne laikleşme ne de sekülerleşmedir. Geçici bir kalp kararması, baskın nefs-i emmâre halidir bir bakıma. Bu aşamada tedavisi kolaydır. Tedbir alınmadığı zaman sekülerleşme sürecine girilmesi kaçınılmazdır. Genelde bu hayat tarzı, olumlu değildir. Olumsuzluk içeren bu hayat tarzı, Allah’ın insanlara kurtuluşa ermeleri ve mutlu olmaları için emrettiği yaşam tarzından çok ciddi bir sapmadır. Bu sapmanın başlangıcı (en alt basamağı) dünyevileşme, ikinci basamağı sekülerleşmedir. İlahî Hitab’ın “Hevasını ilah edineni gördün mü?” diye tavsif ettiği insan tipidir bu bir yönüyle. Modernitenin sekülerlik aracılığıyla evreni ve insanı otonom olarak tasvir etmesi aslında ilâhî iradeden bağımsız bir alan oluşturma ve bu alanda hevanın merkezi rol almasını sağlamaya dönük çabanın sonucudur. Sekülerliğin bu anlamda tamamen “din dışı” bir ideoloji olmadığını, dinin müdahil olamayacağı özerk alanlar ihdas etme çabasının bir sonucu olduğunu vurgulamak gerekir. Helal-haram arasındaki çizginin ortadan kaldırılarak gri alan ihdas etme eylemi, beraberinde İslâm’ın ahlaka/hayata taalluk eden boyutunun tarihselleştirilmesine sebep olmaktadır. Şüphesiz tehlikelere karşı uyarmak, yasaklamak demek değildir. Uyarmak, tehlikenin sınırlarını çizerek oraya yaklaşılmasını engellemek, ölçünün kaçırılmasına mani olmak amacını taşır. Çekici olan bu nimetlerden daha hayırlı ve daha kalıcı olanların varolduğu, bunların da ahiret hayatında bulunduğu belirtilerek, kendisini bu dünya hayatına kaptırıp, ölçüyü kaçırıp geleceğini karartacak yaşantı içerisine girmemesi için insan uyarılmaktadır. Sonuç olarak belirtmek gerekirse, hayatın hangi kısmıyla ilgili olursa olsun, o kısımla ilgili yaşananlar ve yaşanacaklar insanın seçiminin ürünüdür. Bu ise esas yolun sahibi tarafından herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıklanmıştır: “(Ey insan) Bu, senin ellerinin önden takdim ettikleridir. Şüphesiz Allah, kullar için zulmedici değildir.” (Hacc, 22/10) Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.