Editör Temmuz 2022, Sayı: 335, Sayfa: 1
Milyonlarca insanı vatanlarından kaçırtan bir krizden söz açmak elbette doğrudur ancak dünyanın dört bir yanında yaşananlar yalnızca bir sığınmacı krizi olarak adlandırılamayacak boyutlar içermektedir. İnsanlar eşini, işini, dostunu, akrabasını, malını ve mülkünü terk etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bunların hemen tümü de savaş, şiddet, doğal afet, eşitsizlik, can güvenliği, takip edilme kaygısından kaçıyor ya da çocuklarının geleceğini güvence altına almak için.
Sığınmacı akınlarının idaresindeki ironi, sığınmacıların dörtte üçünden fazlasının fakir ülkeler tarafından sahiplenilmesi ve medyanın konuyu detaylı işlemesine rağmen zengin kuzey ülkelerinin çok az sayıda mülteciyi kabul etmesi. “Norveç rüyası”nın peşine düşerek kaçanların küçük bir kısmının refah arayışıyla Avrupa’ya sığınarak mülteci statüsü elde edebildiğini ve buna rağmen yeni ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve İslâm karşıtlığının sürekli yükseldiğini biliyoruz. “Hayaller solcu, gerçekler sağcı” nitelemesini haklı kılacak ölçüde Avrupa liberal solunda Müslüman figürünün nerdeyse parya durumuna gelmesi uzun uzadıya üstünde durulması gereken bir meseledir.
Modernlik bir yanıyla herkesi göçmen kılan bir toplumsal hareketliliğin adı kabul edilebilir. Böyle bir tanım, ilk anda modernlikle birlikte küresel çapta meydana gelen göç olgusunun çağımız toplumsallığındaki merkezî yanına işaret eder. Bugün yaşadığımız dünyayı en fazla belirleyen gerçek, küresel çaptaki baş döndürücü hareketliliktir. Birleşmiş Milletler, geçen yıllardaki toplu göçlerin süreceğini ve muhtemelen sayılarının daha da artacağını öngörüyor. Göç sebepleri arasında, savaş ve krizler, yoksulluk, iklim değişikliği, doğal afetler ve çevrenin yok edilmesi sıralanıyor. Birleşmiş Milletler’e sunulan bir rapora göre 2050 yılında en az 321 milyon insan kendi ülkesinin ötesinde yaşayacak. Birçok veri, ülke nüfusu içinde sığınmacıların oranının aynı kalmayıp artacağına işaret ediyor. Sadece zor hayat şartları değil, küreselleşmenin doğurduğu sonuçlar da artan göç hareketliliğinin sebepleri olarak ileri sürülüyor ilgili Birleşmiş Milletler raporunda.
Günümüzde, dünyadaki göç hareketlerini yakından takip eden sosyologlar, 21. yüzyılın göçmenin yüzyılı olacağını kaydediyorlar. Çünkü henüz daha yüzyılın başında önceden görülmemiş sayıda bölgesel ve uluslararası göçmen kayıtlara geçmiş durumdadır. Öyle ki her on yılda bir toplam nüfus içindeki göçmen oranı artmakta, gelecek yirmi beş yıl içinde bu oranın son yirmi beş yıldakinden daha yüksek olacağı varsayılmaktadır. Artık çevresel, iktisadi ve siyasi istikrarsızlıklar sebebiyle insanların göç etmesi daha da zorunlu duruma gelmiş vaziyettedir.
Çağımızdaki göçü anlamak için kaçışın küresel düzeyde olduğu göz ardı edilmemelidir. Örnek vermek gerekirse, insanlar sadece Suriye’den değil, Eritre’den, Afganistan’dan, Pakistan’dan, Somali’den yahut Kongo’dan da kaçıyor. Dünyanın her yerinde mümkün mertebe daha iyi bir geleceğe kaçmaya çalışanlara yardım edenler var. Türkiye gibi birçok ülke, “sığınmacı/mülteci statüsü” vermeyi belirli sınırlarda tuttuğundan geri göndermeme ilkesi uyarınca yabancılara acil ve geçici olmayan bir uluslararası koruma statüsü olarak “ikincil tamamlayıcı koruma statüsü” verebilmektedir. Ne var ki Suriye’den, başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelere zorlanan kitle hareketi bir göçmen hareketi değil, tam anlamıyla bir tehcirdir; kuzey Suriye’de planlanan yeni bir siyasi yapı için demografik unsurun boşaltılmasıdır! Maalesef Suriyeli sığınmacıları konu edinen analizlerde farklı nedenlere bağlı olarak bu önemli noktaya hiç değinilmiyor. Ancak şimdilerde bunu fark edebilecek durumdayız.
Bugün Türkiye’de bile mevcut göç gündemleri -medyada verilen adla “Suriyeliler krizi”- üzerine yorum yapanların çok büyük bir ekseriyeti salt yaşanan durum ve lokal hadiseler üzerinden öyle yanlış sonuçları hakikatmiş gibi sergilemektedirler ki şaşırmamak elde değil. Oysa daha derin insani ve vicdani çerçeveye dokunup bu bağlamda yaşananları eleştirel bir incelemeden geçirmek şarttır. Şayet insanlığın gündemini meşgul eden krizlerden biri mültecilik ise öncelikle, yaşadıkları kamplardaki çadırların bizzat Batılı devlet güçleri tarafından ateşe verilerek göçmenlerin oralardan zorla sürgün edilmelerine dikkat çekilmelidir. Ukrayna’dan, Rusya’nın açtığı savaştan kaçarak Polonya yahut Romanya’ya sığınmaya çalışırken yalnızca kucağında bir de bebek taşıyan siyahi bir kadının sınırdan içeriye sokulmaması, onun ayrımcılığa tabi tutulması vicdanları sızlatmalı değil midir? Dahası Polonya ya da bir başka Avrupa ülkesindeki mülteci kampındaki Suriyelileri çadırlarından kovarak onların yerine Ukraynalı göçmenleri yerleştirme çabası hayal bile edemeyeceğimiz felaketlerin/ayrımcılıkların kapıda olduğuna işaret ediyor.
Öte yandan böylesi saldırılar, sistematik bir sürecin parçası ve dünyanın farklı yerlerinde beyaz olmayanlara karşı gerçekleştirilen bir saldırı değil de sanki şahsi problemleri olan akıl hastaları tarafından yapılmış gibi lanse ediliyor. Bu nedenle öncelikle bu saldırıların yeni ırkçı saldırı olduğunu görmemiz şart. Bu olaylar, günümüzde esas mücadele hatlarının nereden geçtiğinin, kimin vicdanlı ve merhametli, kimin vicdansız olduğunun belirlenmesinde büyük önem taşıyor. Devam eden mülteci krizi, bugünün Avrupası ile dışında vicdanını kaybetmeyenlerin önünde duran en büyük vazifeyi oluşturuyor.
Bu çerçevede Türkiye’deki sığınmacılar odaklı yorum ve değerlendirmelerde, eleştirilerde insaf elden bırakılmamalıdır. Ne var ki yapılan hataları ve ihmalleri de dillendirmeliyiz. Göçmenlik sorunlarının çözümünde yol gösterici olmak, adil olmak vazgeçilmez ölçüdür. Farklı sosyo-kültürel, dinî ve etnik yapıların bir arada olmasının getireceği etkileşimleri, hibrit savaşların mantığını, felsefesini göz önüne alarak yeniden değerlendirilmelidir göç olgusu.
Türkiye, on yılı aşkın süre içerisinde birçok devletin yapmadığı insani bir yaklaşımla canını kurtarmak isteyenlere kucak açmıştır. Milletimiz şairin “Evvel Allah utandırmaz bu eller adamı” dizesindeki geniş gönüllüğü elinden geldiğince sergilemiştir ve sergilemeye de devam etmektedir. Ülkemizde ilk başlarda ensâr-muhâcir yahut misafir sıfatları ile anılan göçmenler bugün günah keçisi ilan edilmektedirler. Sığınmacılar odaklı krizler karşısında takınılan tavırları nazarı itibara alarak “göçenler” ve “göçürülenler” ayırımı yapmak mecburiyetindeyiz. Göçmen söylemi göçenler üzerinde odaklaşıyor, söylem göçmenler için kullanılıyorsa da göçürenlere aittir ve söylemin kendisi göçmendir.
Göçmenleri her hâlükârda kapı dışarı ederek göndermek isteyen muhalif çevrelerin faşizan dilden ve buraya çıkan tutum ve tavırlardan kurtulması gerekiyor. Göçmen karşıtı propagandanın vehimlerinin hilafına araştırmalar gösteriyor ki sığınmacıların suç oranları, yerlilerinkinden daha aşağı bir düzeydedir. Yüzyıllarca huzur ve sükûnet içinde yaşayan Ortadoğulu bugün sorunlar yaşıyorsa bunun kaynağını İslâm’ın dışında aramalıyız. Uzun vadeli bir birlikteliğin ve toplumsallığın temeli dayanışmadan geçer. Bu dayanışma idealini sürekli kılmadıkça, sığınmacıları sayılara indirgeyen ana akım medyanın söylediklerinin peşinden gitmeye mahkûm olacağız. Dünyada devam etmekte olan sığınmacı/mülteci krizi, nice büyük göçlerin habercisi görülmelidir. Devlet, egemenlik ve ulus üçlüsü yeniden tanımlanmalı. göçmenlik gibi zorlu bir meseleyi konuşurken şunu unutmamalıyız: İnsanlık ve Müslümanlık külfetlerle ayakta durur.
Ülkemizin, bölgemizin ve dünyanın tarihî dönüşüm sürecinden geçtiği bir dönemde vasıl olacağımız Kurban Bayramı’nın milletimize, İslâm âlemine ve tüm insanlığa hayırlar getirmesini diliyoruz.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle…
Umran