Umran'dan

 

Geçen sa y ım ızd a , T ü r k iy e ’de, a r tık k la s ik
darbe dönemlerinin geride kaldığını ve ülkenin
28 Şubat 1997’den bu yana sürekli darbe
sürecine girdiğini söylemiştik. M a a le se f g e çen
süredeki olaylar bu tesbiti doğrular mahiye
tte gelişmiştir. 28 Ş u b a t’tan bu yana her
M G K toplantısı hükümetin, özellikle büyük
ortak RP ve onun temsil ettiği misyonun hesaba
çekildiği, direktifler verildiği, hırpalandığı
toplantılara dönüşmüştür. Ve yine her MGK
toplantısı gücün kimde olduğunun sergilendiği
bir arena haline getirilmiştir. Adeta sivillere
ve özellikle RP gibi aileden sayılmayan sivillere,
“oy” gücünün oldukça dar olan sınırları
hatırlatılmıştır.
Kısaca, çıkan haberlere göre, Cumhurbaşkanı
nın tabiriyle, devlet, yani MGK, siyasi
bir heyet olan hükümete her toplantıda, sıkı
sıkı haddini bildirmiştir.
A y r ıc a , a s k e r le r e tk in l ik l e r in i s a d e c e
M G K ’da se rg ilem em işle r, toplumun bütün
alanlarında fiile n etkin hale gelmeye başlamışlardır.
Meclisin ve hükümetin dahli olmad
an M illi A sk e r i S tr a te jik K o n s ep t d e ğ iş tirilmiş
ve eğer yazılanlar doğruysa, bu konsepte
göre dış tehlikenin yerini iç tehdit a lmıştır.
Ve bu iç tehditten kasıt da irticadır. Yine
bu istikamette irticanın yuvalandığı farzedilen
İslâmî özellikleri ile tanınan bazı okullar,
bazı yurtlar ve K u r’an kursları askerler
tarafından denetlenmeye başlanmış, bir kısmı
kapatılmış, bir kısmı da, kapatma sürecine sokulmuştur.
Yine bu tehdit değerlendirmesinin
bir gereği olarak sarık, takke avına çıkılmış,
irtica bahane edilerek Türkiye’nin en büyük
partisi RP hakkında kapatma davası açılmıştır.
M illî ira d en in te c e llig â h ı g ib i g ö rü n en
Meclis, hemen tamamıyla devre dışı kalmıştır.
Formaliteler yürümektedir ancak, esasa taalluk
eden hiçbir konuda meclis ve onun ortaya
çıkardığı hükümet y e tk ili değildir. O kadar
değildir ki, yazılanlar doğruysa, 8 y ıllık kesintisiz
eğitim konusunda Genelkurmay B a şkanı
Meclis’in kararına uyabileceklerini söylemiş
ve bu da bir sevinç yaratmıştır. M e c lis’in
ve hükümetin etkisizliğini bundan daha
acı ve açık biçimde ne ortaya koyabilir.
Manzara bundan ibaret değildir. Ancak bu
kadarı bile, Türkiye’deki sistemde baştan itibaren
varolan a ske rî vesayetin, bugünlerde
çok âleni biçimde ortaya çıktığını ve etkisini
ölçüsüz bir şekilde artırdığını göstermektedir.
Bir sayın yazarın tabiriyle “militarizm, nerede
ve ne zaman duracağı b ilinm eyen bir
tehdit mekanizması halinde, demokrasiye atfe
ttiğ i sözde zaaflardan, kendine me şruiy et
sağlamayı yeterli görüyor.”
Bütün bunlar doğrudan bir sistem buhranına
işaret etmektedir. Bu buhranın, bir takım,
siyasetçi , bürokrat ve emir kulu aydınların
zannettiği veya zannetme k isted iğ i gibi, bu
h ü küm etin y ık ılm a s ı ve R P ’n in iktid a rd a n
u z a k la ş tır ılm a s ıy la o r ta d a n k a lk a c a ğ ın a
inanmak en h a fif tabirle safdillik olur. Çünkü,
buhran zannedildiğinden daha derindir. Ve
çok yalın ifade edilecek olursa, devletin milletine
güvenmemesine dayanan geleneksel p o litikadan
kaynaklanan bir buhrandır.
Bu o kadar b ö yled ir ki, son te sb it edilen
M.A.S. Konsept’te milletin bir kısmı düşman
sayılmıştır. Tarifsiz bir suçun, (!) irticanın
suçluları halinde takdim edilmiş bir kısım insanlar
devletin hedefi haline getirilmiştir. Bu
durum, en h a fif tabiriyle derin bir yanılgı olmanın
ötesinde, devlet açısından da çok ciddi
bir za a f taşımaktadır. Bu tespit edilen Konsept’
le devlet, milletin tümüne ait olamadığını,
biiyiik bir kısmıyla bir savaşı, kavgası olduğunu
tescil etmektedir. Bu, devlet kavramının
içerdiği mantığa ters birşeydir. Ayrıca,
düşmanını içeriden seçmiş bir devletin, dışarıda
saygın ve etkili bir güce sahip olduğunu
da düşünmek mümkün değildir.
Burada şunu belirtmekte yarar var. Aske rlerin
stratejik konseptlerini bu şekilde tespit
etmesinde, N ato’nun tehdit değerlendirmesinde
Islâm’ı merkeze koymasının da belirleyici
rolü olmuştur. Bizim kanımızca tehditin “Is lâm”
olarak belirlenmesi, diğer Nato ülkelerinde
herhangi bir sorun yaratmaz. Çünkü bu
onlar açısından bir dış meseledir. Ancak, N a to
’nun halkı müslüman olan tek üyesi olan
Türkiye için durum tamamen değişik ve terstir.
Çünkü Türkiye’de Islâm bir dış unsur değil,
doğrudan doğruya halkın dinidir. Eğer bu
tehdit değerlendirmesini esas alırsanız, N a to
’nun diğer üyeleri için dış tehdit olan Islâm,
sizin için iç tehdit haline geliverir. Haberler
doğruysa, Tü rkiye’de olan da budur. Ve bu
aynı zamanda da bir sistem buhranının, sistem
tıkanmasının önemli göstergelerinden birisidir.
Görüldüğü kadarıyla önümüzdeki zamanlarda
bu tıkanmayı yoğun bir şekilde ya şayacağız.
Burada, tehdit algılamasına konu olan müslümanlar
açısından dikkat edilmesi gereken
bazı durumlara temas etmek yerinde olur. B irincisi,
bu tehdit algılamasının -insanı tahrik
edici iklimine asla kapılmadan- geçici ve arızi
olduğuna inanmak. Bu arızanın normal kural
ve teamüller içinde tabii seyrine döneceğini
kabul etmek. Ki, bunun başka yo lu da
yo k zaten. İkincisi, cumhuriyetin kuruluşundan
bu yana, habire tekrarlanan, dinin devlet
tarafından yeniden tanımlanması ve bu tanıma
göre inanan insanların sınıflandırılması
tehlikesidir. Bu bağlamda kavramların tersyüz
edilmesi söz konusudur.
S a y ın C um h u r b a ş k a n ı’n ın d ille n d ir d iğ i
K u r ’a n ’ın %95’ının bu ülkede yaşandığı ve
geri kalan %5’e taalluk eden 230 küsür ahkâm
ayetinin ise uygulanamayacağını, çünkü
hayatın, dinamik, dinin ise sta tik olduğunu
vurgulayan konuşmaları bu kabildendir. Bu
sö y lem sa d e c e d e v le t k a tıy la s ın ır lı k a lmamaktadır.
Bir kısım medyatik ulema(!) da
aynı söylemi fa rk lı üslûblarla dile getirmektedirler.
Devlet katında yapılan ayrım ve nitelemed
en ç o k d a h a v a h im o ld u ğ u n u d ü ş ü n düğümüz,
dinin bazı ulema(!) tarafından bu
biçimde yorumlanışına, özellikle dikkat çekmek
istiyoruz. Dinin bu şekilde parçalanmış
bir biçimde yorumlanışını, herhangi bir hizmeti
yürütebilmek için gerekli saymak, hiçbir
şekilde doğru ve meşru kabul edilemez. Yapılması
gereken şey, “K ita b ’ı dosdoğru okumak,
dosdoğru anlamak, dosdoğru değerlendirmek
ve olana bitene bu doğru K ita b ’ ın ölçüleri
açısından b a ka b ilm ek tir.” Ve yine K ita p ’ta
belirtilen “Gevşemeyin, üzülmeyin, mahzun
da olmayın, eğer gerçekten inanıyorsanız üstün
gelecek olan sîz le r s in iz” emri İlâhisine
uygun düşünmek, davranmak ve yaşamaktır.

 

EDİTÖR                                         Mayıs-Haziran 1997, Sayı:37, Sayfa:1

Geçen sayımızda, Türkiye’de, artık klasik darbe dönemlerinin geride kaldığını ve ülkenin 28 Şubat 1997’den bu yana sürekli darbe sürecine girdiğini söylemiştik. Maalesef geçen süredeki olaylar bu tesbiti doğrular mahiyette gelişmiştir. 28 Şubat’tan bu yana her MGK toplantısı hükümetin, özellikle büyük ortak RP ve onun temsil ettiği misyonun hesaba çekildiği, direktifler verildiği, hırpalandığı toplantılara dönüşmüştür. Ve yine her MGK toplantısı gücün kimde olduğunun sergilendiği bir arena haline getirilmiştir. Adeta sivillere ve özellikle RP gibi aileden sayılmayan sivillere, “oy” gücünün oldukça dar olan sınırları hatırlatılmıştır. Kısaca, çıkan haberlere göre, Cumhurbaşkanının tabiriyle, devlet, yani MGK, siyasi bir heyet olan hükümete her toplantıda, sıkı sıkı haddini bildirmiştir. Ayrıca, askerler etkinliklerini sadece MGK’da sergilememişler, toplumun bütün alanlarında fiilen etkin hale gelmeye başlamışlardır. Meclisin ve hükümetin dahli olmadan Milli Askeri Stratejik Konsept değiştirilmiş ve eğer yazılanlar doğruysa, bu konsepte göre dış tehlikenin yerini iç tehdit almıştır. Ve bu iç tehditten kasıt da irticadır. Yine bu istikamette irticanın yuvalandığı farzedilen İslâmî özellikleri ile tanınan bazı okullar, bazı yurtlar ve Kur’an kursları askerler tarafından denetlenmeye başlanmış, bir kısmı kapatılmış, bir kısmı da, kapatma sürecine sokulmuştur. Yine bu tehdit değerlendirmesinin bir gereği olarak sarık, takke avına çıkılmış, irtica bahane edilerek Türkiye’nin en büyük partisi RP hakkında kapatma davası açılmıştır. Millî iradenin tecelligâhı gibi görünen Meclis, hemen tamamıyla devre dışı kalmıştır. Formaliteler yürümektedir ancak, esasa taalluk eden hiçbir konuda meclis ve onun ortaya çıkardığı hükümet yetkili değildir. O kadar değildir ki, yazılanlar doğruysa, 8 yıllık kesintisiz eğitim konusunda Genelkurmay Başkanı Meclis’in kararına uyabileceklerini söylemiş ve bu da bir sevinç yaratmıştır. Meclis’in ve hükümetin etkisizliğini bundan daha acı ve açık biçimde ne ortaya koyabilir. Manzara bundan ibaret değildir. Ancak bu kadarı bile, Türkiye’deki sistemde baştan itibaren varolan askerî vesayetin, bugünlerde çok âleni biçimde ortaya çıktığını ve etkisini ölçüsüz bir şekilde artırdığını göstermektedir. Bir sayın yazarın tabiriyle “militarizm, neredeve ne zaman duracağı bilinmeyen bir tehdit mekanizması halinde, demokrasiye atfettiği sözde zaaflardan, kendine meşruiyet sağlamayı yeterli görüyor. ”Bütün bunlar doğrudan bir sistem buhranına işaret etmektedir. Bu buhranın, bir takım, siyasetçi, bürokrat ve emir kulu aydınların zannettiği veya zannetmek istediği gibi, bu hükümetin yıkılması ve RP’nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla ortadan kalkacağına inanmak en hafif tabirle safdillik olur. Çünkü, buhran zannedildiğinden daha derindir. Ve çok yalın ifade edilecek olursa, devletin milletine güvenmemesine dayanan geleneksel politikadan kaynaklanan bir buhrandır. Bu o kadar böyledir ki, son tesbit edilen M.A.S. Konsept’te milletin bir kısmı düşman sayılmıştır. Tarifsiz bir suçun, (!) irticanın suçluları halinde takdim edilmiş bir kısım insanlar devletin hedefi haline getirilmiştir. Bu durum, en hafif tabiriyle derin bir yanılgı olmanın ötesinde, devlet açısından da çok ciddi bir zaaf taşımaktadır. Bu tespit edilen Konsept’le devlet, milletin tümüne ait olamadığını, büyük bir kısmıyla bir savaşı, kavgası olduğunu tescil etmektedir. Bu, devlet kavramının içerdiği mantığa ters birşeydir. Ayrıca, düşmanını içeriden seçmiş bir devletin, dışarıda saygın ve etkili bir güce sahip olduğunuda düşünmek mümkün değildir. Burada şunu belirtmekte yarar var. Askerlerin stratejik konseptlerini bu şekilde tespit etmesinde, Nato’nun tehdit değerlendirmesinde İslâm’ı merkeze koymasının da belirleyici rolü olmuştur. Bizim kanımızca tehditin “İslâm” olarak belirlenmesi, diğer Nato ülkelerinde herhangi bir sorun yaratmaz. Çünkü bu onlar açısından bir dış meseledir. Ancak, Nato’nun halkı müslüman olan tek üyesi olan Türkiye için durum tamamen değişik ve terstir. Çünkü Türkiye’de İslâm bir dış unsur değil, doğrudan doğruya halkın dinidir. Eğer bu tehdit değerlendirmesini esas alırsanız, Nato’nun diğer üyeleri için dış tehdit olan İslâm, sizin için iç tehdit haline geliverir. Haberler doğruysa, Türkiye’de olan da budur. Ve bu aynı zamanda da bir sistem buhranının, sistem tıkanmasının önemli göstergelerinden birisidir. Görüldüğü kadarıyla önümüzdeki zamanlarda bu tıkanmayı yoğun bir şekilde yaşayacağız. Burada, tehdit algılamasına konu olan müslümanlar açısından dikkat edilmesi gereken bazı durumlara temas etmek yerinde olur. Birincisi, bu tehdit algılamasının -insanı tahrikedici iklimine asla kapılmadan- geçici ve arızi olduğuna inanmak. Bu arızanın normal kural ve teamüller içinde tabii seyrine döneceğini kabul etmek. Ki, bunun başka yoluda yok zaten. İkincisi, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, habire tekrarlanan, dinin devlet tarafından yeniden tanımlanması ve bu tanıma göre inanan insanların sınıflandırılması tehlikesidir. Bu bağlamda kavramların tersyüz edilmesi söz konusudur. Sayın Cumhurbaşkanı’nın dillendirdiği Kur’an’ın %95’ının bu ülkede yaşandığı ve geri kalan %5’e taalluk eden 230 küsür ahkâmayetinin ise uygulanamayacağını, çünkü hayatın, dinamik, dinin ise statik olduğunu vurgulayan konuşmaları bu kabildendir. Bu söylem sadece devlet katıyla sınırlı kalmamaktadır. Bir kısım medyatik ulema(!) da aynı söylemi farklı üslûblarla dile getirmektedirler. Devlet katında yapılan ayrım ve nitelemeden çok daha vahim olduğunu düşündüğümüz, dinin bazı ulema(!) tarafından bu biçimde yorumlanışına, özellikle dikkat çekmek istiyoruz. Dinin bu şekilde parçalanmış bir biçimde yorumlanışını, herhangi bir hizmeti yürütebilmek için gerekli saymak, hiçbir şekilde doğru ve meşru kabul edilemez. Yapılması gereken şey, “Kitab’ı dosdoğru okumak, dosdoğru anlamak, dosdoğru değerlendirmek ve olana bitene bu doğru Kitab’ın ölçüleri açısından bakabilmektir. ”Ve yine Kitap’ta belirtilen “Gevşemeyin, üzülmeyin, mahzunda olmayın, eğer gerçekten inanıyorsanız üstün gelecek olan sîzlersiniz” emri İlâhisine uygun düşünmek, davranmak ve yaşamaktır.

 


  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353
  • Sayı: 352
  • Sayı: 351
  • Sayı: 350
  • Sayı: 349
  • Sayı: 348