EDİTÖR Ocak 2017, Sayı:269, Sayfa:1
Türkiye toplumsal dayanışma gösterilmesi gereken zor bir süreçten geçiyor. Hepimizin sağlamca ayağını bastığı bir zeminin var olması için bu dayanışma ertelenemez bir gerekliliktir. Saldırı bir gruba, bir iktidara yapılıyor görüntüsü verse de tümüyle ülkeye, ülkemizin halkına -dolaylı olarak da İslâm dünyasına- yapılmaktadır. Cevap topluca ve güçlü bir biçimde verilmek zorundadır! Ülkemizin ve Ortadoğu’nun parçalanmasına duyulan korkuyu sadece silahla ortadan kaldırmak mümkün değil, buna acı tecrübelerden geçerek tanıklık ediyoruz. Coğrafi haritanın parçalanmasından önce ortak değerler ve birlikte varoluş tasavvuru derin yara alıyor. İslâm ülkelerinin enerji kaynaklarına sahip olmasının bir kendilik oluşturması için yeterli olmadığını yaşadığımız trajik olaylar gösterdi. Önemli olan bu kaynakların ve sermayenin yönetilmesidir. İslâm dünyasının yeniden yücelmesi mümkün olacaksa, bu imkan sadece siyasi gelişmelerle değil, esas itibariyle tefekkür sahasında aranmalıdır. Sömürgecilik, iç savaşlar, ayrılıklar yanında İslâm dünyasındaki fikri ve ilmi durgunluğun İslâm toplumlarının en büyük sorunu olduğunun farkında olarak fikri/düşünsel olanı öne çıkaran bir anlayışla hareket etmeliyiz. İslâm’ın dünya çapında bir huzur ve eşitlik davası demek olduğunu ortaya koymanın İslâm ülkelerinin içinde bulunduğu durumdan ötürü hiç de kolay olmadığı açıktır. Fakat bu buhranlı durumdan kurtuluş imkânsız değil. Zira diğer tüm dinlerin ve ideolojilerin aksine, yaşanmış ve tarihsel gerçekliğe dönüşmüş muhtevasıyla sadece İslâm’ın asr-ı saadeti vardır. Özellikleriyle ve ebedi örnekliğiyle insanlığın önünde somut bir gerçeklik olarak durmaktadır. İslâm, insanlığı, bir tasavvura ve hayalleri süsleyen bir beklentiye (ütopyaya) değil, gerçekleşmiş ve yaşanmış “huzurlu hayatı/dünyayı” her zamanda ve her mekânda “yeniden” inşa etmeye çağırmakta; bunun bilgi, ilke ve yöntemini de açık seçik sunmaktadır. Samimiyet önemlidir, çünkü İslâm’ın nihai hedefini teşkil eden insanın canı, malı, nesli, aklı ve hayat tarzı ile güvenlikte yaşayacağı bir dünyanın inşası ancak İslâm’ı rehber ve referans alanların samimiyetiyle mümkündür. Bununla birlikte, İslâmî akidenin arındırılması çok önemlidir. Akidenin bozukluğu, ilgili bulunduğu inanç, düşünce ve davranışı İslâm dışı hale getirir. Bu yanlışın en önemlilerinden birisi Kur’ân’da yer almayan ve onun bağlamında da bir anlam taşımayan anahtar görevi yapan kavramlarla oluşturulan anlayışlardır. Hatta Kur’ân’da geçen ama onun işaretlediği istikamette olmayan bir tasarım da İslâm dışı olabilir. Çünkü bir sistem sadece ilgili bazı ögelerden oluşan anlamlı bir bütünlük değil, aynı zamanda işaret edilen doğrultuda anlamlı bir bütünlüktür. Ayrılıkçı yapıların hemen tamamı batıni görüşlerle yürümektedir. Batınilik, kutsal metinlerin lafzi anlamlarının arkasında gizli manalarının olduğu temel varsayımına dayanır. Öyle ki burada sadece açık kelimelerden değil, nokta ve harflerden bile keyfi, büyüsel anlamlar çıkarılır. Esasen dinlerde batınilik mevcut açık bir din anlayışının dışında keyfi bir din üretebilmenin yolu olarak ortaya çıkmıştır. Hangi dinin içinden doğarsa doğsun bu yorum yeni uydurulmuş bir din anlayışıdır. İslâm tarihinde de pek çok batıni inançlar doğmuştur. Kur’ân dışı mesihi inançlar batıni yorumlardır. Onun için bugün Müslümanlara düşen görev, bir hayli kirletilmiş bu ortamda, Kur’âni çizgide bir akide arınmasını gerçekleştirebilmeleridir. Kanaatimizce Müslümanların öncelikli gündem maddelerinden birisi budur. Müslüman halkların birbirlerinin hakikatine eğilmesinde, birbirlerini daha yakından tanıyıp ortaklıklar üretmesinde kültürel alan önemli bir imkân. Şunun farkındayız artık: İçine düştüğümüz kargaşada uzun zaman sadece akıntıya kürek çektik, barınmak istedik, hayata tutunmaya çalıştık. Bu durumu Kur’ânî terminolojide “mustazaf” olma haliyle izah edebiliriz; güçten düşürülmüştük. Düşkünleşmemizin asıl sebebi, kendimize özgü dinamik ve değerlere yabancılaştıran süreçlere mahkûmiyetimizdi. Artık devletlerin ve toplumların ve sorumluluğunun bilincinde olanların mekânlarımız başta olmak üzere, kültürel alanın değişik boyutlarına hak ettiği ilgiyi göstermesi gerekiyor. Sözgelimi zor şartlarda çekilen filmlerin sadece Batı vitrini hesap edilerek düzenlenmesi yerine birbirimize iletmeye ve hikâyelerimizi paylaşmaya özen gösterilmesi lazım. Ortak ruhun oluşumunda ve ilham almada eşsiz sonuçlar doğuracaktır iletişimin güçlü olması. Tabii ki kültür eserleri tesadüfi olarak oluşmaz, akıl ve ahlak düzeni üzerinde yükselir. Saygı, üslup, estetik, nezaket ve hafıza, akılla ne kadar yoğrulursa ortaya çıkan eserler de yüksek kültür ürünleri olmaya başlar. İnsanın zihni kapasitesinin yüksek olması ve aynı zamanda bu kapasiteyi kullanma ölçeği (düşünme ve üretme) kültürün beraberinde eğitim, bilim ve sanatı da etkiler, karşılıklı besler. Yeni sayımızda buluşmak üzere...