Editör Kasım 2011, Sayı: 207, Sayfa: 1
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Arap Baharı ziyareti esnasında dile getirdiği ve pek çok tartışmaya sebep olan laiklik tavsiyesinin neleri içerdiğine ilişkin çokça yazı yazıldı. Bu yazıların bir kısmı eleştirel bir kısmı ise tümüyle olumlayıcı bir yaklaşım ortaya koymaktaydı. Diğer taraftan Arap dünyasında laiklik ve sekülarizmin ifade ettiği düşünsel meseleler üzerine ise çok fazla yazı yazılmadı.
Arapça ‘ilmeniye’ (ilm-bilim) ya da ‘alemeniye’ (alem-dünya) olarak ifade edilen sekülarizm dünyeviye olarak daha doğru bir şekilde düzeltilebilir ki dünyaya ait, dünyevi ya da zamana ait anlamına gelmektedir. Sekülarizm Müslüman dünyaya sömürgecilik bağlamında modernite, batılılaşma ve modernleşme gibi ilişkili kavramlarla beraber giren bir konsepttir. Sekülarizm genellikle siyasetin dini otoriteden bağımsızlığını belirtse de aslında diğer ilişkili terimlerle birlikte İslâm’ın marjinalleşmesini hedefleyen bir süreci yada hem sömürge hem de bağımsızlık sonrası dönemlerde toplumun yeniden yapılandırılması sürecinden İslâm’ın dışlanmasını tanımlamak için kullanılmıştır. Sekülarizm Ortadoğu’da toplumun kültüründen ayrılmasını gerektirmiştir ve hedefi geçmişten tamamen kopmaktır.
Bu çerçevde hem laiklik meselesinin hem de sekülarizmin nasıl anlaşıldığını ortaya koymanın gerekli ve zorunlu olduğuna kani olduğumuz için bu sayımızda bu meseleye odaklanmanın yararlı olacağına inandık. Tunus Nahda hareketi kurucusu ve lideri Raşid Gannuşi konuyla ilgili yazısında özetle şu düşünce üzerinde duruyor: Günümüzde, Müslüman birey ve toplumların, halka hizmet etmek ve kötülüklerden alıkoymak adına, gayri İslâmi birlik ve oluşumlarda yer aldığına dair sayısız örnekler sunulabilir. Bu gelişmeler hâlâ, bazı âlimler tarafından destek bulmadığı halde gerçekleşmeye devam etmektedir. Umarım saygısızlık etmiş olmam, ancak bu âlimler, Müslümanlar için hayatı gereksiz yere zorlaştırmaktalar. Müslümanlara, zor anlarında doğru adımları atmalarını sağlayacak meşru bir durum için sınırlamalar dayatmaktalar. Mehmed Kürşad Atalar ise Anglo-Sakson tarzını esas aldığımızda bile, ‘laik devlet’ tanımında,“ ‘kamusal alan’ın ‘din’ olarak bilinen kurumca belirlenemeyeceği ilkesinin belirleyici olduğunu görürüz. Burada ‘kamusal alan’ı belirleyen, ‘bilim’in ve ‘akl’ın doğrularıdır. Aydınlanma ve Modernite sonucunda Batı’nın ulaştığı sonuç budur. Dolayısıyla, laik devlet anlayışında, ne İncil’in ne de Kur’ân’ın (veya başka bir dinsel metnin) kamusal alan üzerine söylediklerinin ‘meşru’ bir zemini vardır” diyerek laiklik tartışmalarının İslâm nazarındaki yerinin temelsizliğini ortaya koymaktadır. Paris’te yayınlanan el-Yevmes-Sâb’i (Yedinci Gün) dergisinin yöneticileri, biri Mağrip’ten biri Maşrık’tan iki düşünür arasında karşılıklı bir diyalog gerçekleştirmeyi ve bunu sayfalarında yayınlamayı planladıklarını bildirdiği Muhammed Câbiri ve Hasan Hanefî’nin bu dergide yayımlanan iki kısa yazısı Müslüman dünya ve laiklik ilişkisinin algılanma biçimlerini göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Yasin Aktay ile yapılan söyleşi ise hem Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeleri hem de İslâmcılık değerlendirmelerini merkeze alarak tartışmaları farklı bir boyuta taşıyor. Umut İslam Ayar ise Ortadoğuda Modernleşme” adlı edisyon çalışmadan hareketle Batılı ve İslâm dünyasından yazarların “İslâm ve Sekülarizm” meselesini ele alış biçimlerini değerlendiriyor. Dilaver Demirağ ise hümanizm kavramı ile birlikte gündeme gelen “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözünün çok önemli bir değişimi yani seküler tanrının kim olacağını tayin etmekte olduğuna odaklanıyor.
Umran’ın bu sayısında Ali Bulaç’ın Kur’ân’a dönük deist itirazları masaya yatırdığı incelemesi, Ali Rıza Demircan’ın kurban ibadetini anlattığı yazısı ve Metin Önal Mengüşoğlu’nun Güray Süngü’nün yeni romanını değerlendirdiği yazıları da dikkat çekiyor. Ahmet Edip Başaran ve Güngör Göçer’in iki önemli kitap değerlendirmesi de kültür sanat sayfalarında yer alıyor.
Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle.
Umran