EDİTÖR Temmuz 2016, Sayı:263, Sayfa:1
Türkiye’de başta akademisyenler olmak üzere kamusal alanda boy gösteren figürlerin hem toplumsal yapıyı hem toplumsal yapıdaki çeşitli değişimleri açıklarken bütün bu dönüşümleri tek bir kişiye/kavrama/olaya indirgeyerek izah etmelerine sıkça rastlarız. Özellikle bu konu üzerine bir doktora tezi, bir kitap ya da sadece bir makale yazmış ve kendi kurguladığınız bir metinde mantıksal tutarlılığı da sağlamışsanız, konforunuzu hiç bozmadan yıllarca rahatça konuşmaya devam edebilirsiniz. Gerçi bunun sadece Türkiye’ye has bir durum olduğunu söylemek fazla itham edici olur. Ama Türkiye’de makes bulan fikirlerin ekseriyetinin neredeyse tamamının, bu türden olduğunu söyleyebiliriz. Son günlerde sıkça maruz kaldığımız kavramların başında, liyakat anlatısını yedeğine alan kültürel sermaye ile kültürel iktidar var. Elbette çeşitli yaklaşımlarla çok değinilmiş gibi duruluyor ama enteresan bir şekilde bu kavramların özellikle camiamızdaki kullanımları çok ilginç olabiliyor. Zira bu ifadelerin olumsuz bir çağrışımı neredeyse hiç yok gibi. Hatta ne kadar önemli olduklarını anlatıp duruyoruz. Oysa birçok kavram gibi kültürel sermaye kavramı da, ancak onu idrak etmeye, böylesi bir şeyi tanımaya ve kabul etmeye talip, hatta ona değer vererek onun önemine inanan figürler tarafından algılanan bir kavramdır, özelliktir. Yakinen şahidi olduğumuz üzere gösterişçi aylaklığı, gösterişçi tüketim takip eder. Her ikisi de müreffeh bir yaşamın teşhir metotlarıdır. İtibar amacıyla kullanılırlar. Birinde maddi bir ziyan varken diğerinde ise maddi olmayan ziyan vardır. En temelde itibar amacıyla kullanılan gösterişçi aylaklık ile gösterişçi tüketimde ortak olan unsur ise israftır. Başka bir anlamda kültürel sermaye ifadesi “üretim” alanında kurulacak güç mücadeleleri için kendini kavileştirerek hâkimiyetini tahkim etmeyi arzulayan ya da alana talip olacak rakipleri alt emek için stratejiler geliştirerek alanı dönüştürmeyi gaye edinen ve bu yönde bir çaba içinde olanların dikkatini celp edecektir. Haliyle tartışmalar ister istemez aydınlar üzerinden dallanıp budaklanmaktadır. Çünkü aydınlar tıpkı Fransa’da olduğu gibi bizde de kamusal tartışmaların hem öznesi hem de nesnesi olarak merkezde bulunmaktadır. Kamusal tartışmaları örgütlemeye gayret ederek kendi gündemini ülkenin gündemine sokmaya çalışır. Bu tartışmaların günümüzde de son sürat devam ettiğini tespit edebiliriz. Özellikte AK Parti’nin 2010 sonrasında liberal entelektüel kitleyle kurduğu ittifakı terk ettiği günden beri tartışmalar yeniden alevlenmiş, bazı entelektüel isimler hızla aydınlaşarak militanlaşmıştır. Kabul etmeliyiz ki bu durum, özellikle belli dönemlerde Kemalizm’i aşındırma denemeleri kaleme alsalar da asıl dertleri ülkedeki “feodal kalıntılar” olmuştur. Eleştirinin ufku feodalizmin tasfiyesiyle sınırlandırılmıştır. Sürekli kamuya müdahale peşinde koşturan, güncel gelişmelere tutuklu, teorik sistemlere dayanmayan sıradan düşünceleri etkili üsluba yaslanarak kamusallaştırmaya çabalayan, bu çerçevede karşı-hegemonya stratejisi güden tipolojide karşımıza çıkar. Başka bir cihetten meseleye yaklaşacak olursak, 2000 sonrasında, kendini reddi miras İslâmcısı olarak adlandıran, yeni üniversite hareketlerine müntesip olan gençlerin ağırlıklı kesimi aileleri kendilerini İslâmcı olarak tanımlayanlardan oluşmakta. Çoğunlukla İstanbul, Ankara vb. büyük şehirlerdeki üniversitelerde okuyan, kısmen orta sınıf sayılabilecek memur, mühendis veya tüccar çocukları bu hareketlerde öne çıkmaktadır. Ailelerinin İslâmcı geçmişleri dolayısıyla, az da olsa İslâmî bilgiye sahip olmalarının verdiği yersiz özgüven ve büyüklerinden şahit oldukları cemaat eleştirilerinden kalkarak cemaatleşmeleri birer ‘düşünsel diktatörlük’ olarak görmeye teşne büyük bir kesim söz konusu. Tebliğ ve ‘daveti ağırlıklı olarak kamusal alandaki aktivizme ve kültürel pratiklere indirgeyen genç nesil, maalesef başta eleştirdikleri ‘uzaklaşma’ semptomlarının kendileri için de olabileceğini hiç hesaba katmamakta. Öyle ki, yaptıkları aktivitelerin başına ‘İslâmî’ önekini getirince her şeyin hallolduğu vehmine kapılabiliyorlar. Oysa davet, tam tersine kamusalda performe edilecek bir aktiviteden ziyade, gönüle dokunmayı ve özel ilişki kurmayı gerektirir. Ramazan Bayramınızı tebrik eder, İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını yüce Rabbimizden dileriz. Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.
ürkiye’de başta akademisyenler olmak üzere kamusal alanda boy gösteren figürlerin hem toplumsal
yapıyı hem toplumsal yapıdaki çeşitli değişimleri açıklarken bütün bu dönüşümleri tek bir
kişiye/kavrama/olaya indirgeyerek izah etmelerine sıkça rastlarız. Özellikle bu konu üzerine bir doktora
tezi, bir kitap ya da sadece bir makale yazmış ve kendi kurguladığınız bir metinde mantıksal tutarlılığı
da sağlamışsanız, konforunuzu hiç bozmadan yıllarca rahatça konuşmaya devam edebilirsiniz.
Gerçi bunun sadece Türkiye’ye has bir durum olduğunu söylemek fazla itham edici olur. Ama
Türkiye’de makes bulan fikirlerin ekseriyetinin neredeyse tamamının, bu türden olduğunu söyleyebiliriz.
Son günlerde sıkça maruz kaldığımız kavramların başında, liyakat anlatısını yedeğine alan kültürel
sermaye ile kültürel iktidar var. Elbette çeşitli yaklaşımlarla çok değinilmiş gibi duruluyor ama
enteresan bir şekilde bu kavramların özellikle camiamızdaki kullanımları çok ilginç olabiliyor. Zira bu
ifadelerin olumsuz bir çağrışımı neredeyse hiç yok gibi. Hatta ne kadar önemli olduklarını anlatıp duruyoruz.
Oysa birçok kavram gibi kültürel sermaye kavramı da, ancak onu idrak etmeye, böylesi bir
şeyi tanımaya ve kabul etmeye talip, hatta ona değer vererek onun önemine inanan figürler tarafından
algılanan bir kavramdır, özelliktir. Yakinen şahidi olduğumuz üzere gösterişçi aylaklığı, gösterişçi
tüketim takip eder. Her ikisi de müreffeh bir yaşamın teşhir metotlarıdır. İtibar amacıyla kullanılırlar.
Birinde maddi bir ziyan varken diğerinde ise maddi olmayan ziyan vardır. En temelde itibar amacıyla
kullanılan gösterişçi aylaklık ile gösterişçi tüketimde ortak olan unsur ise israftır. Başka bir anlamda
kültürel sermaye ifadesi “üretim” alanında kurulacak güç mücadeleleri için kendini kavileştirerek
hâkimiyetini tahkim etmeyi arzulayan ya da alana talip olacak rakipleri alt emek için stratejiler geliştirerek
alanı dönüştürmeyi gaye edinen ve bu yönde bir çaba içinde olanların dikkatini celp edecektir.
Haliyle tartışmalar ister istemez aydınlar üzerinden dallanıp budaklanmaktadır. Çünkü aydınlar
tıpkı Fransa’da olduğu gibi bizde de kamusal tartışmaların hem öznesi hem de nesnesi olarak merkezde
bulunmaktadır. Kamusal tartışmaları örgütlemeye gayret ederek kendi gündemini ülkenin gündemine
sokmaya çalışır. Bu tartışmaların günümüzde de son sürat devam ettiğini tespit edebiliriz.
Özellikte AK Parti’nin 2010 sonrasında liberal entelektüel kitleyle kurduğu ittifakı terk ettiği günden
beri tartışmalar yeniden alevlenmiş, bazı entelektüel isimler hızla aydınlaşarak militanlaşmıştır.
Kabul etmeliyiz ki bu durum, özellikle belli dönemlerde Kemalizm’i aşındırma denemeleri kaleme
alsalar da asıl dertleri ülkedeki “feodal kalıntılar” olmuştur. Eleştirinin ufku feodalizmin tasfiyesiyle
sınırlandırılmıştır. Sürekli kamuya müdahale peşinde koşturan, güncel gelişmelere tutuklu, teorik sistemlere
dayanmayan sıradan düşünceleri etkili üsluba yaslanarak kamusallaştırmaya çabalayan, bu
çerçevede karşı-hegemonya stratejisi güden tipolojide karşımıza çıkar.
Başka bir cihetten meseleye yaklaşacak olursak, 2000 sonrasında, kendini reddi miras İslâmcısı
olarak adlandıran, yeni üniversite hareketlerine müntesip olan gençlerin ağırlıklı kesimi aileleri kendilerini
İslâmcı olarak tanımlayanlardan oluşmakta. Çoğunlukla İstanbul, Ankara vb. büyük şehirlerdeki
üniversitelerde okuyan, kısmen orta sınıf sayılabilecek memur, mühendis veya tüccar çocukları bu
hareketlerde öne çıkmaktadır. Ailelerinin İslâmcı geçmişleri dolayısıyla, az da olsa İslâmî bilgiye sahip
olmalarının verdiği yersiz özgüven ve büyüklerinden şahit oldukları cemaat eleştirilerinden kalkarak
cemaatleşmeleri birer ‘düşünsel diktatörlük’ olarak görmeye teşne büyük bir kesim söz konusu.
Tebliğ ve ‘daveti ağırlıklı olarak kamusal alandaki aktivizme ve kültürel pratiklere indirgeyen genç
nesil, maalesef başta eleştirdikleri ‘uzaklaşma’ semptomlarının kendileri için de olabileceğini hiç hesaba
katmamakta. Öyle ki, yaptıkları aktivitelerin başına ‘İslâmî’ önekini getirince her şeyin hallolduğu
vehmine kapılabiliyorlar. Oysa davet, tam tersine kamusalda performe edilecek bir aktiviteden ziyade,
gönüle dokunmayı ve özel ilişki kurmayı gerektirir.
Ramazan Bayramınızı tebrik eder, İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını yüce Rabbimizden
dileriz. Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.ürkiye’de başta akademisyenler olmak üzere kamusal alanda boy gösteren figürlerin hem toplumsalyapıyı hem toplumsal yapıdaki çeşitli değişimleri açıklarken bütün bu dönüşümleri tek birkişiye/kavrama/olaya indirgeyerek izah etmelerine sıkça rastlarız. Özellikle bu konu üzerine bir doktoratezi, bir kitap ya da sadece bir makale yazmış ve kendi kurguladığınız bir metinde mantıksal tutarlılığıda sağlamışsanız, konforunuzu hiç bozmadan yıllarca rahatça konuşmaya devam edebilirsiniz.Gerçi bunun sadece Türkiye’ye has bir durum olduğunu söylemek fazla itham edici olur. AmaTürkiye’de makes bulan fikirlerin ekseriyetinin neredeyse tamamının, bu türden olduğunu söyleyebiliriz.Son günlerde sıkça maruz kaldığımız kavramların başında, liyakat anlatısını yedeğine alan kültürelsermaye ile kültürel iktidar var. Elbette çeşitli yaklaşımlarla çok değinilmiş gibi duruluyor amaenteresan bir şekilde bu kavramların özellikle camiamızdaki kullanımları çok ilginç olabiliyor. Zira buifadelerin olumsuz bir çağrışımı neredeyse hiç yok gibi. Hatta ne kadar önemli olduklarını anlatıp duruyoruz.Oysa birçok kavram gibi kültürel sermaye kavramı da, ancak onu idrak etmeye, böylesi birşeyi tanımaya ve kabul etmeye talip, hatta ona değer vererek onun önemine inanan figürler tarafındanalgılanan bir kavramdır, özelliktir. Yakinen şahidi olduğumuz üzere gösterişçi aylaklığı, gösterişçitüketim takip eder. Her ikisi de müreffeh bir yaşamın teşhir metotlarıdır. İtibar amacıyla kullanılırlar.Birinde maddi bir ziyan varken diğerinde ise maddi olmayan ziyan vardır. En temelde itibar amacıylakullanılan gösterişçi aylaklık ile gösterişçi tüketimde ortak olan unsur ise israftır. Başka bir anlamdakültürel sermaye ifadesi “üretim” alanında kurulacak güç mücadeleleri için kendini kavileştirerekhâkimiyetini tahkim etmeyi arzulayan ya da alana talip olacak rakipleri alt emek için stratejiler geliştirerekalanı dönüştürmeyi gaye edinen ve bu yönde bir çaba içinde olanların dikkatini celp edecektir.Haliyle tartışmalar ister istemez aydınlar üzerinden dallanıp budaklanmaktadır. Çünkü aydınlartıpkı Fransa’da olduğu gibi bizde de kamusal tartışmaların hem öznesi hem de nesnesi olarak merkezdebulunmaktadır. Kamusal tartışmaları örgütlemeye gayret ederek kendi gündemini ülkenin gündeminesokmaya çalışır. Bu tartışmaların günümüzde de son sürat devam ettiğini tespit edebiliriz.Özellikte AK Parti’nin 2010 sonrasında liberal entelektüel kitleyle kurduğu ittifakı terk ettiği gündenberi tartışmalar yeniden alevlenmiş, bazı entelektüel isimler hızla aydınlaşarak militanlaşmıştır.Kabul etmeliyiz ki bu durum, özellikle belli dönemlerde Kemalizm’i aşındırma denemeleri kalemealsalar da asıl dertleri ülkedeki “feodal kalıntılar” olmuştur. Eleştirinin ufku feodalizmin tasfiyesiylesınırlandırılmıştır. Sürekli kamuya müdahale peşinde koşturan, güncel gelişmelere tutuklu, teorik sistemleredayanmayan sıradan düşünceleri etkili üsluba yaslanarak kamusallaştırmaya çabalayan, buçerçevede karşı-hegemonya stratejisi güden tipolojide karşımıza çıkar.Başka bir cihetten meseleye yaklaşacak olursak, 2000 sonrasında, kendini reddi miras İslâmcısıolarak adlandıran, yeni üniversite hareketlerine müntesip olan gençlerin ağırlıklı kesimi aileleri kendileriniİslâmcı olarak tanımlayanlardan oluşmakta. Çoğunlukla İstanbul, Ankara vb. büyük şehirlerdekiüniversitelerde okuyan, kısmen orta sınıf sayılabilecek memur, mühendis veya tüccar çocukları buhareketlerde öne çıkmaktadır. Ailelerinin İslâmcı geçmişleri dolayısıyla, az da olsa İslâmî bilgiye sahipolmalarının verdiği yersiz özgüven ve büyüklerinden şahit oldukları cemaat eleştirilerinden kalkarakcemaatleşmeleri birer ‘düşünsel diktatörlük’ olarak görmeye teşne büyük bir kesim söz konusu.Tebliğ ve ‘daveti ağırlıklı olarak kamusal alandaki aktivizme ve kültürel pratiklere indirgeyen gençnesil, maalesef başta eleştirdikleri ‘uzaklaşma’ semptomlarının kendileri için de olabileceğini hiç hesabakatmamakta. Öyle ki, yaptıkları aktivitelerin başına ‘İslâmî’ önekini getirince her şeyin hallolduğuvehmine kapılabiliyorlar. Oysa davet, tam tersine kamusalda performe edilecek bir aktiviteden ziyade,gönüle dokunmayı ve özel ilişki kurmayı gerektirir.Ramazan Bayramınızı tebrik eder, İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını yüce Rabbimizdendileriz. Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.