Editör Eylül 2024, Sayı: 361, Sayfa: 1
Sosyal medya şirketlerinin artan etkisi dünyada egemen devletler düzeninin sona erip ermediğini, dahası günümüzde vatandaş olmanın ne demek olduğunu tekrar gündeme getiriyor. Devletlerin altyapıları ve ulaşım, eğitim, bankacılık hizmetleri gibi pek çok faaliyetinin kaderi birkaç şirkete bağlı vaziyette. Şirketlerin yapay zekâ gibi araçlarla vatandaşlarını devletin aleyhine yönlendirmesi pekâlâ mümkün. ABD’de son zamanlarda özellikle seçim öncelerinde yapay zekâ tartışmalarının yaşanması yabana atılabilecek cinsten değildir.
Değer kaybeden yalnızca egemenlik hakkı değildir şüphesiz. Dünya siyasetinde güç kullanımını uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler ile ilişkilendirerek düzenleme konusundaki köklü çabalar da ciddi bir riske atılmıştır. Oysa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra saldırgan savaşa müsamaha gösterilmeyecek bir dünya düzeni çağrısı yapılmıştı. Saldırganlığa dünya toplumunun gücüyle karşı çıkılacak ve failler barışa karşı suç işleme emri vermekle itham edilecekti. Siyonist saldırganlık karşısında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin alınan kararları engellemesi bu kurumun varlığını, etkisini ve yapısını tartışılır kılıyor. Haklı olarak şunlar soruluyor: Uluslararası hukuk, ne zaman ABD, Batı ve İsrail’e kurban olmaktan kurtulacak? Dünyayı iletişim şirketleri mi yönetecek? Biyolojik savaşlar nasıl engellenebilir? Uluslararası siyasete hangi araçlarla müdahale edilebilir? Dünya düzeninin değişmesinde dinin ve tarihsel kimliklerin rolü nedir, ne olmalıdır?
ABD’nin uluslararası hukuka, BM Şartı’nın temel yasaklarına aykırı tek taraflı bir ‘savaşa’ giriştiği 11 Eylül 2001 sonrasında Batı merkezli bir dünya düzeninin öne çıkmasına şahitlik ettik. Akabinde bu gidişatı sorgulatan ve çok kutupluluğa doğru geçiş şeklinde tanımlanan güçlerin ortaya çıkmaya başladığını gördük. Buna karşın ABD, hâlâ küresel iş birliğine yanaşmamakta, Filistin’e saldırıyı ve soykırımı bir örneklem olarak kullanmaktadır. Aslında, hukuka, BM’ye saygıya ve yaygın biçimde paylaşılan ahlaki standartlara dayanan normatif düzeni ciddi oranda zayıflatan ABD bu konuda o kadar bodoslama gitmektedir ki dünya kamuoyunu hesaba katmamakta, sanki bu iş son bir kozmuşçasına davranmaktadır.
İyimser yorumlara konu olmaktan çıkan küreselleşmenin çeşitli biçimlerinin, egemen devletlerin ekonomik ve siyasi hayatlarını denetleme kabiliyetlerini değişen ölçülerde baltaladığı konusunda pek az şüphe var. En bilinen küreselleşme biçimleri, şirketlerin ve bankaların da dâhil olduğu ulus ötesi piyasa güçlerinin dünya ekonomisini Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gibi neoliberal uluslararası finans kuruluşlarının önemli yardımlarıyla şekillendirme sürecinde üstlendikleri rolleri içermektedir. Şu var ki klasik savaşların önemli ölçüde sona erdiği, sosyolojik savaşların ve ulus ötesi terörizmin öne çıktığı, biyolojik savaşların konuşulduğu vasatta Dünya Sağlık Örgütü’nün küre ölçeğinde yeniden yapılandırılması, yetkilerinin artırılması, tüm ülkeler üzerinde yaptırım hakkının olması gibi yeni haklar verilmek istendiği anlaşılmaktadır.
Tüm bunlar olup biterken İslâm dünyasının gücünün farkına varması ve hegemoniden kendisini kurtarmaya çalışması gerektiği bir kez daha anlaşılmaktadır. Rahmetli D. Mehmet Doğan yıllar önce “Bugünün dünyasında İslâm âleminin konumu ve Türkiye’nin kendine mahsus ağırlığı artık örtbas edilemeyecek şekilde kendini gösteriyor.” diyordu. Bazı yorumculara göre eğer Müslümanlar ortak ve hırslı bir düşmana karşı birleşebilirlerse tam bir İslâm kutubu ortaya çıkarabilirler. Bulunduğumuz anın gelecek konusunda daha fazla sorumluluk paylaşmayı gerektirdiğini anlayanlarımızın sayısı durmadan artıyor. İslâm dünyasının gidişatını değiştirmek ya da küresel güçlerin iktidarını dizginlemek kolay olmayacak. Ne kadar başarı şansımız olduğu hesabıyla değil, neyin doğru ve zorunlu olduğuna dayanarak çaba sarf etmemiz gerekiyor.
Bugün gelinen noktada, muhtemel İsrail/Filistin ateşkesinin bir duraklamayı mı yoksa anlaşmazlığın dayanak noktasını şiddetten diplomasiye kaydırmak için yapılan bir girişimi mi temsil ettiğini ayırt etmek imkânsızdır. Neticede, barış ancak İsrail’in Gazze’ye saldırısını ve soykırımını sonlandırıp geri çekilmesi, Batı Şeria’daki yerleşim yerlerinin çoğundan çekilmeye ve Kudüs’te Filistinlilere ortak bir rol tanımaya hazır hâle gelmesiyle, ayrıca Filistinli mülteciler konusunda hiç değilse bir uzlaşma teklifiyle gelecektir. Şu anda yoğun protestolarla sarsıldığı düşünülen fakat yerini koruyan Netanyahu hükûmetinin bu yönde hareket etmeye hazırlandığına dair hiçbir gösterge bulunmamakta, topraklarından sürülen ve işgal altında yaşayan Filistinlilerin uzun süredir devam eden sıkıntılarının, hapishanedeki tecavüzlerin ve katledilmelerinin sona ermesi ne yazık ki pek mümkün görünmemektedir.
7 Ekim sonrasının siyasi gerçekleri, özellikle Ortadoğu’nun geleceği açısından küresel ufukta bir dizi rahatsızlık uyandırıcı siyasi sıkıntıya işaret ediyor. İşgal rejiminin insanlık dışı uygulamaları sürerken, Irak, Suriye, Libya ve Lübnan’daki devam eden sorunlar kaosu arttıracak gibi görünmektedir. Batılılar dünya üzerindeki zorba yönetimleri için tek mukavemet unsurunun Türkiye olduğunu gayet iyi biliyorlar, o yüzden Türkiye’yi İslâm dünyasından yalıtmak için ne gerekirse yapıyorlar. İşte Türkiye, küresel güvensizlik tehlikesi altında kendi geleceğini belirlemek için uzun zamandır birtakım adımlar atıyor. Mevcut küresel ortamda engeller kadar fırsatların da bulunduğu açıktır. Türkiye Batı ile çok kutuplu dünyanın aktörlerine eşit mesafede bir diplomasiyi öne çıkarıyor. Bölgedeki komşularıyla ve genel olarak İslâm dünyasıyla mümkün olduğunca pozitif ilişkiler kurmak isteyen Türkiye’nin dış politikasında birtakım farklılaşmalar göze çarpıyor. Mısır, Körfez hükûmetleri ve Türkiye çatışmanın büyümesini istemeyecek muhtemel aktörler konumunda. Türkiye-Mısır yakınlaşması ve Ankara-Şam diyalog çabaları da olası savaş ihtimaline karşı bölge aktörlerinin ön alma çabaları şeklinde okunabilir.
Dünya düzeni çerçevesinde üzerinde en çok durulan husus bir üçüncü dünya savaşının çıkma ihtimalidir. Görülen o ki savaş yeni bir virüs salgını adı altında yeni bir biyolojik savaşla daha ileri bir aşamaya taşınmak istenmektedir. Ama işin gerçeği savaş zaten devam ediyor. Dünyanın iki belirgin yeri Filistin ve Ukrayna merkezli ve özellikle Batı kutubunun topyekûn katılımıyla gerçekleşen savaşlar iki komşu ülke arasında vuku bulmuyor. Eğer üçüncü dünya savaşından kastedilen normal askerî bir harekât değil de kimyasal silahlarla yapılacak eylemlerse bu bir savaş değil bir küresel cinnet olayıdır ki bu yola girenler insanlığı kırarken kendisi de intihar ediyor demektir.
Bu şartlar bizi savaş hâli diyebileceğimiz bir vasatta tutuyor. Kendimizin farkında olmak zorunda olduğumuz gibi, bu savaşın da farkında olmak zorundayız. Dünya düzeninin geleceği kesinlikle belirsiz fakat dış hatları insanların mücadelesi ile liderlerin cesaret ve yaratıcılıklarıyla şekillendirileceğinden, tartışmaya girmek ve bunu kararlılık ve eylemle sürdürmek için her türlü gerekçe mevcut. Ancak böylesi bir mücadeleden sonra en iyisini umut etmek mümkün olacaktır. Kötülük odakları çok büyük göründüğü, fakat davamız da bir o kadar haklı olduğu içindir ki yegâne umut sonuçta siyasetin bir imkânsızı başarma sanatı olmasıdır. İnsanlık tarihi boyunca daha iyiye, daha güzele doğru atılan adımlar, atılıncaya kadar hep imkânsız görünmüştür. Bu yüzden boyun eğmemek, güce ram olmamak, Hakk’ın davacısı olmak gerekiyor. Hakk dediği için nice saldırıya uğrayan merhum Mikail Bayram’ın bir şiirinde dile getirdiği gibi selamet hâlimiz, istikamet yoldaşımız olsun.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.
Umran