Kentsel Dönüşüm

 

Türkiye içerde ve dışarıda değişimin sıkıntılarını yaşıyor. Bu sıkıntılar insanların hayatlarından
şehirlerin yeni yapılarına, komşularla ilişkilerden Batı dünyasına kadar uzanıyor. 28 Aralık
2011 gecesi Irak sınırında Uludere’de yaşanan olayda 34 insanın öldürülmesi bunun bir örneği. 34
kişinin tamamı TSK bünyesinde bulunan F-16 uçaklarından atılan bombalarla öldürüldüler. Kasıt
olup olmadığı tartışılsa da, bu olayın sorumlularının bir an evvel bulunarak cezalandırılması gerekir.
Çünkü kim bir kimseyi haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Geçtiğimiz günlerde
İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin farklı şehirlerinden bir grup Müslüman Ortasu Köyü’ne
taziye ziyaretinde bulundu. Camide kılınan akşam namazının sonrasında, öldürülenlerin akrabalarıyla
yapılan konuşmalarda insanların dinmeyen acıları hemen fark ediliyordu. İnsanlar öncelikle
resmi bir özür ve bu katliamın meydana gelmesinde sorumluluğu bulunanların açığa alınıp hızlı bir
biçimde yargılanmasını bekliyorlar. İnsanlar hem Hükümet kanadından, tazminat dışında öldürülenlerin
acılarını soğutacak bir adımın gelmemesinden hem de TSK personeline yönelik takdir ve
teşekkür ifadelerinden dolayı haklı olarak incinmiş, kırılmış ve öfkelenmişler. Bu meselenin diğer
faili meçhullerle birlikte bir an önce aydınlatılması Kürt sorunundan Ergenekon’a bir dizi memleket
meselesinde yol alınmasını sağlayacaktır.
Memleketin sorunları her geçen gün daha da derinden hissediliyor. Uzun zamana yayılan
kentsel dönüşümün meydana getirdiği sorunlar bunlar arasında öne çıkanlardan biri. Sözgelimi
İstanbul’da inşa edilen gökdelenler bunun küçük bir örneği. Küresel söylemin en önemli zaafı, şehirlerin
kültürel ve tarihi birikimlerini otantikliğinden koparması, onların bütünlüğünü parçalayarak,
sahip olduğu değerleri -tüketimin geçici doğası atlanarak- tüketime sunmasıdır. Küreselleşme ise
neoliberal ekonominin bir tezahürüdür. Artık kapitalizme eklemlenme de kentler üzerinden olmaktadır.
Kentsel dönüşümler de bu eklemlemelerin bir nevi stratejilerindendir. Şehir gittikçe büyürken,
kent merkezindeki işyerlerine kolay erişilebilirlik ve ilginç eski mimari, bu mahalleri daha yüksek
geliri olan insanlar için cazip hale getirmiştir. İstanbul’da bu muhitlerdeki konutlar yaklaşık son
otuz yıldır el değiştirip rehabilite edilerek, daha farklı sosyal kültürü, gelir düzeyi ve hayat tarzı olan
kişiler tarafından kullanılmaya başlandı.
Günümüzde asıl sorun, yeni şehirlerin kuruluş aşamasından ziyade, kurulu şehirleri, yeni sakinleri
ve çoğalan nüfusu oranında genişletirken yaşanmaktadır. Benliği geçmiş zaman ve mekân sahnelerine
asılı muhafazakâr bilinç gün geldi Faustçu çılgın projelere kapı açan bir gelişme/kalkınma
ideolojisini yüksek sesle savunmaya yöneldi. Sermayenin kapsama hırsının sınırı yok, minareleri
bastırmaya çalışıyor kat sayısıyla. Turgut Özal İstanbul’u Lübnanlaştırmak istediği için eleştirilirdi.
Şimdi ise İstanbul kesme yapıştırma resimlerle Manhattan’a öykünüyor adeta. Oysa ki merhum Turgut
Cansever’in şehircilik alanındaki endişe ve eleştirilerine aşina olan isimlerce kurulan hükümetler
döneminde, daha insancıl ve çevresiyle barışık, ayrıca tahripkâr değil de yapıcı olmaya çalışan,
yerleşim dokularına özellik kazandıran minimal imkânları göz ardı etmeyen, sokağın ve mahallenin
seslerini yaşatma konusunda özenli bir mimarlık ve şehircilik anlayışının gündeme gelmesi ve etkinlik
kazanması beklenirdi.
TOKİ özelinde yaşanan insanları kutulara hapsetme politikaları da bütünüyle Müslüman bilinci
dışarıda tutarak inşa ediliyor. Mesela her gün abdest alan müminleri hesaba katarak, buna uygun
tasarlanmış150 bir lavabo yoktur. Tersine, mekândan biraz daha iktisat etsin diye daraltılmış alanlara
alafranga tuvaletler kondurarak, insanları inkıbaz etmekten öte bir marifet sergilememektedir. Lafa
gelince “bizim kaynağımız Kur’ân, Sünnet ve bin yıllık tarihtir” diyenler, uygulamada materyalistlerden
daha çıkarcı davranabilmektedirler. Düşünün ki bir Müslüman tabiata karşı ve tabiata rağmen
bir yeşillik projesinin ardına hiç düşer miydi? Ama bu muhafazakârlar tabiatın boynunu bükerek
kendi icatları olan uydurma yeşilliklerle fiyaka satmaktadırlar. Bu nedenle Turgut Cansever’lerin
çoğalması ve bunların önerilerinin uygulanması gerekir. Böyle bir umut var mı derseniz, bu noktada
umutsuzluğun iman zaafı olduğunu bir kere daha hatırlamamız gerekiyor.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle…
Umran

     Editör                                                           Şubat 2012, Sayı: 210, Sayfa: 1   

     Türkiye içerde ve dışarıda değişimin sıkıntılarını yaşıyor. Bu sıkıntılar insanların hayatlarından şehirlerin yeni yapılarına, komşularla ilişkilerden Batı dünyasına kadar uzanıyor. 28 Aralık 2011 gecesi Irak sınırında Uludere’de yaşanan olayda 34 insanın öldürülmesi bunun bir örneği. 34 kişinin tamamı TSK bünyesinde bulunan F-16 uçaklarından atılan bombalarla öldürüldüler. Kasıt olup olmadığı tartışılsa da, bu olayın sorumlularının bir an evvel bulunarak cezalandırılması gerekir. Çünkü kim bir kimseyi haksız yere öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Geçtiğimiz günlerde İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin farklı şehirlerinden bir grup Müslüman Ortasu Köyü’ne taziye ziyaretinde bulundu. Camide kılınan akşam namazının sonrasında, öldürülenlerin akrabalarıyla yapılan konuşmalarda insanların dinmeyen acıları hemen fark ediliyordu. İnsanlar öncelikle resmi bir özür ve bu katliamın meydana gelmesinde sorumluluğu bulunanların açığa alınıp hızlı bir biçimde yargılanmasını bekliyorlar. İnsanlar hem Hükümet kanadından, tazminat dışında öldürülenlerin acılarını soğutacak bir adımın gelmemesinden hem de TSK personeline yönelik takdir ve teşekkür ifadelerinden dolayı haklı olarak incinmiş, kırılmış ve öfkelenmişler. Bu meselenin diğer faili meçhullerle birlikte bir an önce aydınlatılması Kürt sorunundan Ergenekon’a bir dizi memleket meselesinde yol alınmasını sağlayacaktır.

     Memleketin sorunları her geçen gün daha da derinden hissediliyor. Uzun zamana yayılan kentsel dönüşümün meydana getirdiği sorunlar bunlar arasında öne çıkanlardan biri. Sözgelimi İstanbul’da inşa edilen gökdelenler bunun küçük bir örneği. Küresel söylemin en önemli zaafı, şehirlerin kültürel ve tarihi birikimlerini otantikliğinden koparması, onların bütünlüğünü parçalayarak, sahip olduğu değerleri -tüketimin geçici doğası atlanarak- tüketime sunmasıdır. Küreselleşme ise neoliberal ekonominin bir tezahürüdür. Artık kapitalizme eklemlenme de kentler üzerinden olmaktadır. Kentsel dönüşümler de bu eklemlemelerin bir nevi stratejilerindendir. Şehir gittikçe büyürken, kent merkezindeki işyerlerine kolay erişilebilirlik ve ilginç eski mimari, bu mahalleri daha yüksek geliri olan insanlar için cazip hale getirmiştir. İstanbul’da bu muhitlerdeki konutlar yaklaşık son otuz yıldır el değiştirip rehabilite edilerek, daha farklı sosyal kültürü, gelir düzeyi ve hayat tarzı olan kişiler tarafından kullanılmaya başlandı.

     Günümüzde asıl sorun, yeni şehirlerin kuruluş aşamasından ziyade, kurulu şehirleri, yeni sakinleri ve çoğalan nüfusu oranında genişletirken yaşanmaktadır. Benliği geçmiş zaman ve mekân sahnelerine asılı muhafazakâr bilinç gün geldi Faustçu çılgın projelere kapı açan bir gelişme/kalkınma ideolojisini yüksek sesle savunmaya yöneldi. Sermayenin kapsama hırsının sınırı yok, minareleri bastırmaya çalışıyor kat sayısıyla. Turgut Özal İstanbul’u Lübnanlaştırmak istediği için eleştirilirdi. Şimdi ise İstanbul kesme yapıştırma resimlerle Manhattan’a öykünüyor adeta. Oysa ki merhum Turgut Cansever’in şehircilik alanındaki endişe ve eleştirilerine aşina olan isimlerce kurulan hükümetler döneminde, daha insancıl ve çevresiyle barışık, ayrıca tahripkâr değil de yapıcı olmaya çalışan, yerleşim dokularına özellik kazandıran minimal imkânları göz ardı etmeyen, sokağın ve mahallenin seslerini yaşatma konusunda özenli bir mimarlık ve şehircilik anlayışının gündeme gelmesi ve etkinlik kazanması beklenirdi.

     TOKİ özelinde yaşanan insanları kutulara hapsetme politikaları da bütünüyle Müslüman bilinci dışarıda tutarak inşa ediliyor. Mesela her gün abdest alan müminleri hesaba katarak, buna uygun tasarlanmış 150 bir lavabo yoktur. Tersine, mekândan biraz daha iktisat etsin diye daraltılmış alanlara alafranga tuvaletler kondurarak, insanları inkıbaz etmekten öte bir marifet sergilememektedir. Lafa gelince “bizim kaynağımız Kur’ân, Sünnet ve bin yıllık tarihtir” diyenler, uygulamada materyalistlerden daha çıkarcı davranabilmektedirler. Düşünün ki bir Müslüman tabiata karşı ve tabiata rağmen bir yeşillik projesinin ardına hiç düşer miydi? Ama bu muhafazakârlar tabiatın boynunu bükerek kendi icatları olan uydurma yeşilliklerle fiyaka satmaktadırlar. Bu nedenle Turgut Cansever’lerin çoğalması ve bunların önerilerinin uygulanması gerekir. Böyle bir umut var mı derseniz, bu noktada umutsuzluğun iman zaafı olduğunu bir kere daha hatırlamamız gerekiyor.

     Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle…

                                                                                                              Umran

 


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353