Umran Dergisi Ağustos 2023/348. Sayı Çıktı!

 

            SINIRLARI AŞAN İSLÂM DÜŞMANLIĞI

       Haçlılık, Seküler Nihilizm ve Gelecek Endişeleri

Modern Batı’dan nihilist Batı’ya geçişle birlikte Batı’nın şiddet yöntemleri de belirli bir dönüşüme uğramış, fiziksel şiddet terk edilmemiş fakat derin ve görünmez şiddet biçimleri gündeme girmiştir. Artık karşımızda haç işaretli üniformalarından kolayca tanınabilecek eski Batı’nın demir zırhlı şövalyeleri yahut modern Batı’nın düzenli askerleri değil, bize her şeyin insanlık için olduğunu fısıldayan yeni Batılı aktörler ve şürekâsı var. Danimarka’da İslâm karşıtı bir grubun üyelerinin, Kur’ân-ı Kerim’i yakması ve akabinde yaşananlar bunun yansıması. İslâm’a hakaret içeren pankart açan ve sloganlar atan grup, bu anları zihinsel tahakküm aracı işlevindeki sosyal medya hesabından canlı olarak paylaştı.

Grup, İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın, Kur’ân-ı Kerim’e yapılan saldırıları görüşmek üzere yaptığı çevrim içi toplantısına atıfta bulunarak teşkilatın emr-i bi’l-ma’rûf girişimini sekteye uğratmaya çalıştı. Bu bağlamda emr-i bi’l-ma’rûfun hem eşit düzeyde olanlarla hem de otorite sahibi olanlarla ilişki kurmanın bir yolu olarak, nasihat etmenin yanı sıra kınamayı da mümkün kıldığını dikkate almalıyız. Emr-i bi’l-ma’rûf öncelikle diğer Müslümanlara yönelik olsa da gayrimüslimleri de kapsamaması için hiçbir sebep yok.

İsveç’te de daha önce de Kur’ân-ı Kerim yakan müptezel, parlamento önünde aynı kötülüğü yaparak, İslâm dininin ülkede yasaklanmasını istemişti. Hakla batıl arasındaki çizgiyi çizerek bizi karanlıklardan aydınlıklara çıkaran Kur’ân-ı Kerim’e dönük böylesi fütursuzlukların, polis koruması eşliğinde ve yetkili makamların izniyle yapılmasına, Türkiye başta olmak üzere birçok ülke tepki gösterdi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ise 25 Temmuz’da, kutsal kitaplara yönelik şiddeti uluslararası hukukun ihlali sayan ve bu tür eylemleri şiddetle kınayan karar tasarısı kabul edilmişti. Son aylarda İslâm karşıtlığı çerçevesinde meydana gelen gelişmelerin Avrupa safahatının özeti böyle.

Aslında mesele söylemleri, akıl yürütme biçimleri, hayat tarzları, psikolojileri yekpare birkaç saldırganla sınırlı değil. Küresel ve yerel ölçekteki İslâm karşıtı söylem ve uygulamalara bakıldığında çoğu zaman bilinçli, kasıtlı ve planlı biçimde ve belirli ajandalar dâhilinde yürütülen sınırsızlıklar öne çıkmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’i yakanlar ve bunlara karşı hiçbir girişimde bulunmayan yetkililer ateist ama aynı zamanda Haçlıdırlar. Bu eylemlerin faillerini, korktukları için İslâm’a karşı düşmanlık üreten insanlar ve İslâm’ı “kendisinden korkulacak bir öge” diye çerçevelemek çok da isabetli değildir.

Bilindiği üzere İslâmofobi genellikle cehalete, ön yargılara ve korkuya dayanan duygusal bir olgu şeklinde tasvir edilir. Hâlbuki Batı Hristiyanlığının İslâm’a yönelik tarihten gelen husumeti yeni sağın esin ve besin kaynağı. Öteden beri birlikte yaşama kültürüne yabancı olan Batı Hristiyanlığı için radikal sağın mevzi kazanması çok kolay. Avrupa’da vuku bulan ve Müslümanlar/İslâm hakkındaki olumsuz değerlendirmeleri koruyup kalıcılaştıran olaylar genellikle İslâmofobi kavramı altında ele alınıp değerlendiriliyor.  Şayet İslâm düşmanlığıyla ve nefretiyle ilgili tutum ve eylemleri kapsamak için bir şemsiye kavrama ihtiyaç duyuluyorsa, İslâm karşıtlığı yahut anti-İslâmizm daha uygundur. Dahası çağımızda inşa edilen küresel algıya kapılarak hayatı boyunca hiçbir Müslüman görmemesine rağmen İslâm’dan korku duyan milyonlarca insan mevcut. Bu perspektiften bakıldığında, varoluşsal tehcire odaklanan Ömer Kemal Buhari’nin de altını çizdiği üzere İslâmofobi ve İslâm karşıtlığı/düşmanlığı arasında hukuki yaptırımları da mümkün kılacak kavramsal bir ayırıma gidilmesi gerekir. Buna göre İslâmofobi kısaca “İslâm’a karşı duyulan irrasyonel korku” şeklinde tanımlanırken İslâm karşıtlığı kaynağı irrasyonel olabilse de esasen rasyonel bir olguya, faillere, fiillere ve süreçlere işaret etmekte ve “korkudan” ziyade “nefret” ve “düşmanlık” gibi muhtelif olumsuz duygu ve davranışları kapsamaktadır. Elbette İslâmobiyi böylesi husumetleri göz ardı etmeden tanımlayanlar da var.

Şüphesiz düşmanlık dilinin inşasında oryantalist literatürün katkısı hayatidir. Müslümanları Batı’nın zihin kodlarına göre tanımlayan bu literatür “öteki”nin kim olduğunun anlaşılmasını sağlar. Dolayısıyla yaşananları konuşurken insan hakları anlayışının gelişiminde kimin insan sayıldığı, kimin sayılmadığı noktasından hareketle Müslümanlara yönelik önyargıların ve ayrımcılığın altında yatan Haçlı geçmişini, sömürgecilik mazisini, seküler nihilizmle gelecek endişelerinin ilişkisini ve bunlarla bağlantılı sekülerleştirme çabalarını göz ardı edemeyiz.

İfade özgürlüğü ve eleştiri kisvesi altında İslâm düşmanlığı yapanlar vasat kitle iletişim araçları aracılığıyla sahneye çıkarılarak ve rol modeller hâline getirilerek insanların zihinleri dört bir yandan kuşatılıyor. Asırlardır içinde yaşadığı varoluşsal vatanını çok ciddi psikolojik bedeller ödemek pahasına terk eden Türkiye’de tahakküm ve sömürü sistemlerini inşa eden yerli İslâm düşmanı aktörler eski yaptırım güçlerinden yoksun kaldıkları için ‘yeraltına inmiş’, yöntem değiştirmiş ve yeni küresel kültürün acentesi/bayisi durumuna gelmiş durumdalar. Çünkü insanlarda oluşan tepki gözlemlenerek İslâm’ı doğrudan hedef almanın stratejik açıdan yanlışlığı anlaşılmış, bunun yerine dolaylı şekilde İslâm’a dair ne varsa hedef alınmaya başlanmıştır.

Netice itibarıyla Müslümanlara ve İslâm’a karşı muhtelif toplumsal, ekonomik ve siyasi alanlarda dezavantajlar, önyargılar ve ayrımcılık getiren, şiddete maruz bırakmayı da içeren dışlayıcı pratikler söz konusu. Batı ile içimizdeki uzantılarının ve taraftarlarının telkini ve dayatması altında aydınlanmanın sözde evrensel dogmalarını peşinen kabul ederek onların tüm insanlığı bağlayan “nesnel ve evrensel hakikatler” olduğuna inanan çevreler var. Bu inanç doğrultusunda toplumumuzu da dönüştürmeyi hedefleyen İslâm düşmanı/karşıtı Batıcı modernist tavrın bilişsel ve sosyo-psikolojik altyapısını hazırladığı dönüşüm, günümüzde internetle güçlendirilmiş kitle iletişim araçlarıyla elân sürüyor.

Haberlerin ağındaki İslâmî göstergeler incelendiğinde görüleceği üzere Türkiye’deki İslâm karşıtı söylem ve eylemler çok büyük oranda kendini elit konumuna yerleştiren çevrelerin mensuplarından sadır oluyor. Sıradan insanlar ise çoğunlukla olup bitenden haberdar olmayıp içlerinde yaşadıkları kültür ve algı dünyası tarafından yönlendiriliyor. Seküler hayat tarzının muhafızlığını yapan kanaat önderleri, ‘sorgulanamaz’ bilgi otoriteleri, aydınlığı kendinden menkul ‘aydınlar’, ortaya koydukları bakımından pek de sanatçı sayılamayacak aktörler, kibrinden başkaca hazinesi olmayan medyatik tiplemeler, yegâne sermayesi nefreti olan eski/yeni köşe yazarları, nedense dinlerden sadece İslâm’ı hedef alan ‘din eleştirmenleri’ ancak bu çerçevede anlamlandırılabilir.

İslâm’dan uzaklaşma, insanların zihnine ve nefsine bilinç, bilinçaltı ve arzu boyutlarında müdahale ederek onların algılarını manipüle eden, örtük ama yaygın ve etkili olan ve özellikle küresel iletişim araçlarını tekeline almış bir gücün varlığıyla bağlantılıdır. Kimlerin insanların İslâm’dan uzaklaşmasını hedeflediği ve niçin büyük kaynaklar ayırarak böyle bir şey yaptığı düşünülmeden yerli İslâm karşıtlığı kavranamaz. Dört bir yandan bilişsel-psikolojik kuşatma altına aldıkları kişilerin bilhassa gençlerin algılarını şekillendirerek İslâmî olanı insanların hayatından tehcir etmek için uğraşanların yapıp ettikleri ayan beyan ortada. İncir çekirdeğini doldurmayacak konularda bir kızgınlıkla kaleme/tuşa sarılanların İslâm karşıtlığı söz konusu olduğunda dut yemiş bülbüle dönmeleri dikkat çekiyor. Dolayısıyla eski Batı’yı oluşturan Haçlıları, modern, seküler nihilist yeni Batı’yı, İslâm karşıtı yerli Batıcıları bir arada ve gelecek endişesi çerçevesinde değerlendirmek yanlış olmasa gerek. Küresel tek tipleştirme stratejisi dâhilinde yeni iletişim araçları yoluyla zihinleri ve nefisleri ele alınıp kendi toplumlarına yabancılaştırılan, varoluşsal bakımdan dönüştürülen, varoluşlarından tehcir edilen yeni nesilleri bir de bu açıdan düşünmek şarttır.

İslâm’ı zahiri ve batıni boyutlarıyla birlikte bir bütün olarak dünya hayatına tatbik eden veya etmek isteyen Müslümanlara düşen İlâhî Kelam’ın mesajına uygun davranmaktır. Güçlü bir benlik algısı ile kötülüğü iyilikle bertaraf etmenin yollarını aramak, aynı zamanda naif olmadan kendimizi savunmamızı mümkün kılacak maddi ve manevi mekanizmaları inşa etmeye yönelmektir. O hâlde bizim diğerlerini kötücül kılmanın ötesine geçerek, kendi rolümüzün ne olduğunu hatırlamamız ve bu rolün zorunlu kıldığı vazifelerimizi yerine getirmemiz lazımdır. Elbette bunun için Müslümanlar olarak “Biz” diyebilmemiz, yani varlık sahasında ve tarih sahnesinde bir yerimizin olduğunu idrak ve iddia etmemiz gerekli. Unutmayalım ki gerçek hicretler, inançların, düşüncelerin yanlıştan doğruya yönelik değişimiyle başlar ve devam eder. Hicret, içinde bulunulan ânın fıkhını kuşanan yeni bir dil, yeni bir davet dili oluşturma gücüne sahiptir. İç dünyamızı imar etmeden dış dünyayı mamur kılmamız mümkün değildir. Hâsılı mesele bizim için artık varoluşsaldır, olmak ya da olmamaktır.

Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

Umran

 

 


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353