EDİTÖR Mayıs 2015, Sayı:249, Sayfa:1
İçinde bulunduğumuz konjonktürde Türkiye’nin (elbette Ortadoğu’nun) geleceğini tasarlamaktan daha zor birşey yoktur. Gezi Parkı olayları ve 17/25 Aralık operasyonları sırasında ve sonrasındaki, siyasî keşmekeşin de etkisiyle, dünün düşmanlarının veya en hafif tabirle rakiplerinin ortaklaşacaklarını kim öngörebilirdi? Milliyetçilikten şikâyet edenlerin ve her yerde onun hayaletiyle boks maçı yapmaktan hoşnut olanların dışarının veya içerinin başka milliyetçilikleri konusunda tek laf etmemesi hatta hararetle bunların savunuculuğunu üstlenmeye teşne oluşu sorgulanması gereken bir durum değil mi? En müptezel/sapkın hayat telakkilerinin entelektüel bir kisve altında pazarlanması eleştiri konusu olmamalı mı? Aslında solun, “direniş” retoriğiyle siyasi melankoliden kurtulmasının da büyük ölçüde milliyetçiliklerle ve seküler hayat tarzı alanlarının muhafazasıyla alakalı olması, 1960’lar solunun trajedisinin komediye dönüştüğünün de ilanı olarak okunmalıdır. Çeşitli sol grupların “ilerici” addedilen Kürt siyasi hareketiyle ortak bir cephe siyaseti oluşturması yönündeki çabalar aslında memleketin siyasi vasatının pek değişmediğinin de ilanıydı. 1990’ların müflis politikacılarını veya Genç Parti deneyimini aratmayan vaat yarışı ise varolan siyasi partiler arasındaki yapısal sahtekârlığın ama aynı zamanda siyasi değişim imkânları üzerinde düşünülmediğinin göstergesi. Bundan dolayı, var olan onlarca partinin “farklılıklar narsizminin” figüranları olduğu düşünülebilir. Nüans ve ayrıntı bakımından farklı olan ve geleceği inşa edeceğini söyleyen muhalefet partilerinin iktidar partisinineski bürokrat ve vekillerini transfer etmekten başka yaptığı kayda değer bir gelişme yok. Hatta seçim sloganlarından liderlerinin poz verişine kadar iktidarın açtığı yoldan giden mukallit bir muhalefet koalisyonu var. Bütün bu gelişmeler ışığında şayet bir şeylerin restorasyonundan bahsedilecekse, yeniden bölüşüm, toplumsaldaki dönüşümler, ahlakçılık cakasına zemin teşkil eden yolsuzluk iddiaları, ideoloji, siyasi eleştiri, kitlesel eylem tipleri ve örgütlenme konularını yeniden ele almak gerekmektedir. Tüm bunlara siyasi iklime katkı sunan “kötü” dileklendiğinde “Her şeyi yeniden düşünüp denemeliyiz” çıkarımına kayıtsız kalmak imkânsızlaşıyor. Fakat burada şunu da göz ardı etmemek lazım: Kötü dil yalnızca iktidara ait bir durum değil, bilakis muhalefetin ve sosyal medyadakilerin dili daha da vahim. Öte yandan siyasi polarizasyonun yahut toparlanmanın tabiatından kaynaklanan kutuplaşmayı da salt siyasiler üzerinden konuşmak toplumsaldaki ve bürokrasideki dönüşümün mahiyetini ihmal etmek olacaktır. Bugün, İslâmcılar açısından bakıldığında Türkiye’nin ana sorunu, tevhidî değerlere dayanan bir mizanın olmayışıdır. Türkiye’de mizan bozulmuştur. Mizan yoksa adalet de yoktur, adalet yoksa barış da yoktur. Türkiye’de yıllar süren kargaşanın, istikrarsızlığın, bunalımın ve kavganın arkasında bu gerçek yatmaktadır. Bu açıdan öteden beri Türkiye’de siyasetin dilinin bozulmasının ana nedeni, mizan bozukluğudur. Fakat bu mizanın nasıl yerli yerine oturtulacağı, hangi unsurlarla kurumsallaştırılacağı noktasındaki esaslar göz ardı edilirse siyasi alana dair değerlendirmeler hakkaniyetli olmayacak ve uygulamaya dönük herhangi bir şey de üretemeyecektir. Meselenin aslına bakma sürecinde birtakım tutamak noktaları bulabiliriz: İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasi tasarımlar içerisinde üzerinde pek az durulanı “bölük pörçük toplum mühendisliği”dir. Bu yaklaşım merkeziyetçi sosyalist ve faşist yönetimlerin ürettiği sorunları aşmak amacıyla da gündeme gelmişti. Zira böylesibir değişim stratejisi benimsenmediğinde ya merkeziyetçilik ya da “siyasi ütopyanizm” dışında bir siyasi seçenek gündeme gelmiyordu. Dolayısıyla günümüzde geleceği öngörmek ya da görebildiğini iddia eden siyasi konumlanışlar modeller tasarlamaktan ziyade AK Parti’nin geriletilmesini öncelemekten başka bir anlama gelmiyor. O yüzden genel seçimlere gidilen bu süreçte iki milliyetçi partinin (MHP/HDP) medyada öne çıkarılması ve bunların sol tarafına daha çok yerleşen CHP’nin sürekli bir biçimde pohpohlanması anlamsız değil. Çünkü hem doğuda hem batıda çifte şantajla sıkıştırıldığında mevcut iktidarın birkaç puan ve bununla orantılı olarak da Meclis’te, kurucu kararlar almasını sağlayacak sayısal üstünlüğü elde etmesi engellenmek istenmekte. İçinde çeşitli riskleri taşıyan bu taktiğin başarılı olup olamayacağını veya ne ölçüde işe yaradığını Haziran ayında göreceğiz. Geleceği tasarlamanın zorluklarından söz ettik, ama aynı zamanda bizler geleceği ancak bugünden yola çıkarak düşünebiliriz. Bu bizim fıtratımızdan kaynaklanır ve bunu aşamayız. Genel olarak gerçek, iyi ile kötü arasında sürekli karar vermek zorunda kalan insanla bağlantılı olarak belirlenir. Bundan hareketle sormamız gereken temel soru şu olmalıdır: “Türkiye için nasıl bir gelecek?” İlk bakışta bu soruya, tutarlı ve bütünlüklü cevaplar vermemiz güç. Fakat geleceği tasarlamaya katkı sunacak bir biçimde en azından şimdiki zamanı ele alabiliriz. Dönüştürebileceğimiz veya iyileştirebileceğimiz şimdiki zamana yoğunlaşarak birtakım hususlara temas etmek maksadıyla bu sayımızda siyasetin etrafında olup bitenleri kuş bakışı da olsa ele almaya gayret ettik. Çıkış yolu bulmak için yapılması gerekli olan, bir durum değerlendirmesi yaparak, günümüz Türkiye’sindeki siyasî sorunların, belirsizliklerin ve risklerin tayin edilmesi öncelikli olmalıdır. Gelecek hakkında on üç yıldır özellikle son birkaç yıldır felaket tablosu çizenlere itibar etmeyelim fakat gelecek hakkında pür iyimserliğe de kapılmayalım. Bu çerçevede siyaseti düşünmemiz sadece anket sonuçlarına yönelik iyimser veya kötümser yorumlardan değil, geleceğe yönelik bir tutumdan ileri geliyor. Elinizdeki sayı, bu bakış açısını kısmen de olsa yansıtır bir biçimde konumlandı.Şimdi üzerinde düşünmeyi içeren siyaset konulu dosyamız önümüzdeki ay solda konumlanan partilere ilişkin analizlerle devam edecek. Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.