EDİTÖR Eylül 2017, Sayı:277, Sayfa:1
Türkiye’de eğitimin sorunlarla dolu bir alan olduğunu, hiçbir şeye bakılmasa dahi öğretim programlarıyla alakalı söylentiler ekseninde gelişen konuşmalara bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Herkesin çok alıngan hale geldiği, yeni ve farklı bir teklifi muhalefet, tenkidi ise neredeyse saldırı olarak algıladığı bir ortamda eğitim meselesini tarihsel süreklilik çerçevesinde serinkanlı bir şekilde konuşmak neredeyse imkânsız. Sözgelimi açıkça söylemek durumundayız ki, İmam-Hatiplerin içinde bulunduğu durumla, oluşturulan beklentiler arasında ciddi bir uçurum var! Oysa üzerine titrenildiği ifade olunan bu neslin “dalga kurucu”, “ihya ve inşa” edici olması lazım… Şüphesiz memleketin evlatları dini eğitim ve terbiyeden istifade etmelidirler. Bu talep ya da zarureti karşılayacak yeni kurumlaşmanın sağlanması siyasi idarenin uhdesinde. Fakat bunun yolu yalnızca İmam-Hatip Liselerinden geçmemelidir. Bu ortamın sağlanması için öncelikle diğer okul türlerinde seküler pozitivist eğitim dayatmasından vazgeçilmesi gerekir. Evrim versus cihat tartışmalarının ötesine geçerek, eğitimin ontolojik, epistemolojik, ahlaki ve politik boyutlarıyla ilgili olarak birtakım incelemelerde bulunulması gerekirdi. Zira bu yol, aynı zamanda kavramlar, sorunlar ve anlayışlar, günümüzdeki eğitim problemlerini anlama ve eleştirme konusunda bize yardımcı olacağı kadar, olması gereken bir eğitim tasarısı konusundaki imkânlara da işaret edebilirdi. Bu bağlamda eğitim sürecinin öğretmen, öğrenci, eğitimsel eylemler, müfredatlar açısından yeniden tartışılması büyük önem taşır. Öneriler, çözümler ve uygulamalar bakımından bürokro-tekno yaklaşımları aşmamız gerekmektedir. Eleştirel eğitim felsefesi açısından meseleye bakıldığında her değişiklik önerisinin bir yanıyla tamamen negatif veya yıkıcı, diğer yanıyla da pozitif veya kurucu olduğu söylenebilir. Buna, eğitimi felsefe açısından irdeleyen çalışmaların yetersiz olduğunu da eklediğimizde mesele bir miktar daha aydınlığa kavuşabilir. Dikkat edilirse, Türk medyasında eğitimi konu alan metinler kaleme alınmıyor uzun zamandır. Tekrar felsefeye gelirsek; bu konuda bazı çalışmalar yapılmışsa da eğitimin ve eğitim felsefesinin, ihmal edilmesi söz konusu. Felsefi temelleri olmadan eğitim bilimlerinin de eğitimi kavramada ve ülkemize özgü bir eğitim düşüncesi ve sistemi inşa etmede yetersiz kaldığı görülüyor. Daha çok davranışçı bir psikolojiye ve pozitivist bilim anlayışına dayanan eğitim bilimlerinin, felsefenin ışığında eğitim olgusuna yönelmelerine ihtiyaç var. İthal nazariyelerle eğitim konusunda yol alınamayacağını ve karşılaştığımız sorunlara çözüm üretilemeyeceğini, yaşadığımız tarihsel tecrübeler ve sıkıntılar açıkça gösteriyor. Uzun zamandır eğitim alanında baş gösteren mega-krizde bizi en çok endişelendiren, krizin küresel niteliğidir, ki bir zamanlar eğitim durumlarının tümünü devletin kontrol ettiği bir toplumsal yaşamın öğelerine dönüştüren bütün kurumların yıkılışını da açıklar bu durum. Kimi gözlemciler bunun, eğitimi salt mesleki olarak düşünmenin getirdiği çok büyük bir kriz olduğunu, yıkıcı toplumsal etkilerini kimsenin unutmadığı pozitivist telakkinin en vahim krizi olduğunu düşünür. Kimileri de iç karartıcı bir tonda, bu krizde kapitalizmin ürkütücü sonunu görür, hatta bazıları pazar ekonomisinin sonundan bile söz eder. Elbette ki yaşadığımız krizin sadece kendisi yeni bir eğitim anlayışı doğurmaz ama eski türü yıkmaya yardım eder; ayrıca yeni bir eğitim mantalitesinin oluşmasını engelleyebilir ya da zor bir geçiş dönemi boyunca farklı aktörlerin müdahalesini destekleyebilir. Bu tür büyük değişiklikler kısa vadede de uzun vadede de birtakım aktörlerin ger çek anlamda yok olmasına yol açabilir. Ama zaman geçtikçe sağduyulu çözümlemeler daha anlık ve daha felaket odaklı tepkilerin yerini alacaktır. Bilindiği gibi uzun zamandır sosyal teorisyenler, psikologlar haklı olarak günümüz insanının ruhundaki küresel krize dikkat çekiyorlar. Belki de eğitimle, dünyanın teknolojik ve bilimsel olarak gelişmişliğinin yanında insani değerler açısından yaşadığı düşüşü durdurarak merhametli yüreklerin sayısını arttırmakla yeryüzünü daha adil ve yaşanabilir bir dünya haline getirebiliriz. Zira toplumsal alanın adabımuaşeret üzere inşası, insanı çevreleyen habitatın da bu değerleri merkeze alması ve her türlü araçla bunları vazetmesiyle mümkündür. Eğitim alanında hiç şüphesiz öncelikle bir felsefi anlayış, akabinde kurumsallaşma ve son olarak da bu iki unsurun yerleşik hale gelmesi olmak üzere üç sacayağı var. Eğitimin ontolojik, epistemolojik, etik ve politik boyutları olduğunu biliyoruz. Felsefi bir disiplin olarak eğitim felsefesinin kavramsal, normatif ve eleştirel yönleri içerdiği ve yirminci yüzyılda eğitim felsefesinde normatif, analitik ve eleştirel yönelimler olmak üzere üç temel yönelimin belirgin olduğunu vurgulamalıyız. Yüzyılımıza da damga vuran bu üç ayrı felsefe anlayışı tabii olarak eğitimi farklı şekillerde ve yöntemlerle ele almış, eğitim bu farklı felsefe anlayışları üzerinden, bazen bir süreç veya faaliyet bazen de bir ürün veya disiplin olarak ele alınmıştır. Hal böyle olunca, eğitim felsefesindeki üç felsefi yönelimin mücessem hale gelişi anlamında üç ayrı eğitim felsefesi anlayışının ortaya çıktığı söylenebilir. Bunlardan birincisi klasik eğitim felsefesi, ikincisi ‘analitik eğitim felsefesi, üçüncüsü de daha ziyade kıta felsefesinde karşımıza çıkan eleştirel eğitim felsefesidir. İnsanlığın kültür tarihinin başlangıcından -ki Aliya İzzetbegoviç, bunun Hz. Âdem’in yaratılışıyla başladığını ifade eder- günümüze kadar pek çok filozofun da eğitimle, insanın eğitimiyle yakından ilgilendiği ve eğitimi felsefe açısından irdelediğini tespit edebiliriz. Öteden beri eğitimi belirleyen hususlar denildiğinde akla öğrenci ya da eğitilen insan, öğretmen veya eğiten kişi, öğretim programları veya müfredat, eğitim faaliyetinin kendisi ve amaçları, eğitim yoluyla kazandırılan değer ve tutumlar gelir. Günümüz toplumlarında eğitim çok büyük ölçüde bir meslek eğitimine indirgenmiş durumda, toplum çok çeşitli nedenlerle ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetleri üretebilecek insanları bir şekilde tezgâhından geçiriyor, eğitiyor ama bu eğitim insanların hayatlarını daha anlamlı bir şekilde dönüştürme noktasında başarıya maalesef erişmiyor. Elbette Fukuyama’nın “eğitimden yoksunluk hayalleri suya düşürür” deyişinin altını çizdiği üzere eğitim şart fakat bunun sadece meslek eksenli ele alınması son derece yanlış. Bu Batıda eğitimcilerin, eğitim felsefecilerinin ve eleştirel pedagoji alanında katkı sunanların tespit ettikleri bir olgu, demek ki çok çeşitli felaketlerle birleşecek şekilde yaşadığımız derin bir eğitim krizi var. Oysa eğitimle kastettiğimiz şey insanın birtakım temel değerler üzerinden kendisinin zihinsel dünyasını, manevi dünyasını anlamlı bir şekilde dönüştürmesi, değiştirmesi, geliştirmesidir. Bu açıdan, Türkiye’de eğitimin felsefi bağlamda ele alınması gereken temel özelliği “Nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz?” sorusuyla kendini gösterir. İnsanın sadece eğitim ile insan olabileceği pek çok filozofun temel tezi durumunda. Bu noktada filozofun insan ve toplum anlayışı, onun eğitim görüşünün de temelinde yer alır. Ne var ki, Türkiye’nin temel eğitim mevzuatları bu şekilde felsefi bir temellendirmeye dayanmıyor. Oysa eğitim felsefesinin varlık, bilgi ve değerle ilgili birtakım temel dallarında gözle görülür bir değişiklik olmaksızın bir dönüşümden bahsedilemez. Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.