EDİTÖR Şubat 2014, Sayı:234, Sayfa:1
17 Aralık’ta başlayan ve “ameliyat, harekât, askerî girişim, bir sonuç almaya dönük eylem ve işlemler bütünü”anlamını içeren operasyon kavramıyla ifade edilen süreç değişik okumalara, değişik değerlendirmelere oldukça müsait. Öte yandan bu tarihten beri süren savaşın satır aralarına baktığımızda, ortaya konan davaların sıradan birer hukuk davası olarak kabul edilmesi de hayli zor. Birbirleriyle hiç ilgili olmayan davaların aynı anda açılması, davalıların ilk savunmaları alınmadan ve avukatlarının suçlama dosyasına bakmalarına dahi fırsat verilmeden basın ve internet yoluyla afişe edilmesi, aylarca hatta yıllarca önce sonuçlanması gereken soruşturmaların bekletilerek seçime doğru kullanılması, gerçekten de davaları hukuki dava olmaktan çıkarıyor. Mevcut hükümete yönelik olduğu açıkça belli olan bu durum karşısında, siyasi iradeyi desteklemek kesinlikle yolsuzlukları veya bu yöndeki iddiaları görmezden gelmek olarak yorumlanmamalıdır. Zira taraflar arasındaki güç rekabeti sadece basit bir rekabet değil, devlet kadrolarından sermaye ilişkilerine hatta ülke dışında birtakım güçleri gündeme getirmektedir. TÜSİAD ekseninde yaşanan gelişmeler, ardından gelen faiz artırımı, kamuoyunu bu yolsuzluk operasyonunun arkasında aslında başka bir operasyonun olduğuna ikna etmeye yetti de arttı bile. Nedense faiz artırımı hem ana muhalefet partisi hem de TÜSİAD tarafından olumlu bir gelişme olarak değerlendirildi. Burada meselemiz, komplo zihniyetiyle izah edilemeyecek derecede açıktır. Merkez Bankası’nın faiz artırım kararıyla ilgili olarak görüşlerini yazılı açıklama ile bildiren MÜSİAD ise, yapmış olduğu açıklamanın son kısmında şu önemli noktaya dikkat çekiyordu: (…) herkes, özellikle de olayların buraya gelmesine şu veya bu şekilde sebep olanlar, ellerini vicdanlarına koyarak, gelinen aşamadan kimlerin mutlu olduğuna, bu bedeli millet öderken kimlerin hesabına ödeme yapıldığına kafa yormalı, bu vebalin altında maşeri vicdanda verilecek hesabı unutmamalıdır. ”Meselenin bir başka boyutu devletin alanı ve sivil alan konusundaki devam eden tartışmalardır. Sahi dini veya din dışı bir cemaat, niçin özel bir istihbarat örgütü kurar veya devletin istihbarat örgütüne sahip olmaya kalkışır, ona başkan tayini için uğraşır, bununla cemaat adına ne sağlar, yani istihbarattan elde edilen bu bilgileri hangi işinde kullanır? Yahut İslâmcıların bürokraside görev almasından kimler tedirgin olur? Peki İslâmcıları her daim kökü dışarıda olmakla itham eden bildik retorik neden gündeme geliverir tekrar?Sahabesine dünyevi ve aklî konularda kendini tenkit edebilme özgüveni veren Peygamber’in getirdiklerine inanan biri, hangi konumda bulunursa bulunsun zihnen hem tenkidî düşünebilmeli hem de samimi ve açık yüreklilikle tenkide açık olmalıdır. Son günlerde özellikle stratejik öneme haiz olan, medya organlarına verilen mülakatlarda, camianın bir dini cemaat olmadığı, bir sivil toplum kuruluşu olduğu ve küresel kültürün “İnsan Hakları evrensel beyannamesi” demokrasi ve AB Müktesebatı çerçevesinde çalıştığı şeklindeki beyan öne çıkmaktadır. Kabul edilmelidir ki, bu camianın mazisinde otoriteye karşı çıkmak diye bir durum yoktur. Bugün ise nasıl olduysa otoriteye karşı olağanüstü bir cesarete kavuşmuştur. Camianın bu cesareti nereden elde ettiğini ve neden böyle bir çatışmayı göze aldığını sorgulamamız lazım. İlla ki bir yere bağlamak anlamında söylüyor değiliz ama analitik olmak istediğimizde bunu yapmak durumundayız. Dolayısıyla memleketteki bütün İslâmî anlayışları devletçilikle itham eden kalemlerin, aydınların, sivil olarak lanse etmeye çalıştıkları yapının aktörleri üzerine tek satır eleştirel cümle kurmamış olmaları hakikati yaralayan trajik bir durumdur. Öyleyse şu hakikat üzerinde tekrar düşünmemiz lazım gelir: Konuşmamız gereken yer ile konuşmamamız gereken yer arasındaki farkı da, Allah’ın verdiği akıl nimeti ve mümin feraseti ile belirlemeli, elbette “sözün en güzelini ve doğrusunu” söylemeliyiz. Kabul etmek gerekir ki, ihtilaf ve çatışma ortamında ne yazık ki ölçüler kaçıyor, itidal kayboluyor ve kişisel zaaflar, meşrepler öne çıkıyor. Böyle olunca da öfkeler kabarıyor, husumetler artıyor ve dedikodular, suizanlar, yalanlar, gıybetler, itham ve iftiralar, yakıştırmalar, hakaretler, en önemlisi de hurafe kaynaklı olduğu aşikâr olan bir sürü zan yağmur gibi yağıyor. Günümüzde yürütülen psikolojik savaşta, son derece karmaşık haberler yaymak suretiyle muhatabın düşünme mekanizması çökertilmek istenmektedir. Bu hâle getirilen fert, sunulan her şeyi doğru kabul etmektedir. Bu ise Müslüman camia içerisinde büyük bir tahribata sebebiyet vermektedir. Netice-i kelâm: Öfke duygularının kabardığı ortamlarında; müminlere düşen görev, itidal yolunu tutmak, birbirlerini dost ve yardımcı edinmek, Kur’ân’ı bırakıp başka kitapların arkasına takılmamaktır. Başkalarının, başka kitapların, söz ve planların arkasına takılmayan, sadece İlâhi Kelam’a ve O’nun örnek/model şahsiyetPeygamberi’ne tabi olanlara Rabbimiz şöylece ümit ve teselli verir: “Onların yüzünden tasalanma, kurdukları tuzaklardan ötürü de sıkıntıya düşme!” (Neml 27/70) Zira, “Sinsi tuzak ancak sahibine dolanır.” (Fatır35/43) Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle...