“Kur’an’dan Alıp İlhamı…” Kaynaklara Dönüş, Zihni Karmaşa ve Hayat

 

D ünya Müslümanlarının zihninde bir karmaşanın hâkim olduğuna dair yüzyılı aşkın bir zamandan beri pek çok
şey söylendi. Vahyin bizlerden istediği hayat tarzı ile şu an sürdürülen arasındaki büyük farklılıklar ve tenakuzlar
göz ardı edilemiyor. Kur’ân’ın evrenselliği ile bugünün Müslüman’ının parçacı din anlayışı arasında büyük
fark vardır. Öte yandan, kaynaklara dönüşü savunan İslâmcılar, Kur’ân’ın ışığında ve Peygamber (s.)’in hayatına
ait tartışmasız kesin gerçeklerin kılavuzluğunda ve becerebildiği kadarıyla, kendilerine sağlam bir zemin bulmak
ve insanlığın karşılaştığı karmaşa ile ciddi sorunlara cevaplar bulmak olan bir modelin nasıl olabileceğine dair
birtakım yaklaşımlar geliştirmeye çalıştılar ve çalışmaktalar.
Kabul edilmelidir ki, İslâmcılar Kur’ân merkezli sahih bir din anlayışına vurgu yaparak, dini Kitap ve Sünnet
çizgisinde anlayıp yaşamayı benimsemiş ve gerçek Müslüman’ın da böyle olması gerektiğini savunmalarıyla
modernistlerle gelenekçilerden farklılıklarını göstermişlerdi. Fakat bu fark hakkıyla bilinmediği için insanlar
birtakım benzerliklerden hareket ederek İslâmcıların farkının üstünü örtüyorlar. İslâmcıların, Kur’ân’ın takipçisi
olduğunu iddia edenlere hitaben yönelttiği eleştiriler, onların ruhlarının derinliklerine hitap edip, oradaki cevheri
harekete geçirmeye dönük bir ıslah ameliyesiydi. Merhum Akif’in “Biz şimdiye kadar Kur’ân’daki evâmir-i ilahiyeyi
dinlemiş muktezasınca hikmet etmiş olsaydık, bugün mazimizi hasretle yad etmezdik.” ifadeleri bunun bir
yansımasıydı. Bu yüzden İslâmcılar, halden konuşurlar ve halden anlarlar denilse yanlış olmayacaktır. Elbette bu
birtakım noksanların ve zaafların olmadığı manasına gelmez.
Kaynakları savunanlar yıllardan bu yana bu konuyu anlatırken, mümkün olduğunca, teknik ifade ve terimleri
kullanmamaya çalışmışlardı, zira bizzat Kur’ân hiçbir “teknik” tabir kullanmamıştı ve o bir müellifin deyimiyle “Bir
köle olarak gücü yettiğince koyun sürüsünü güden cahil siyahî bir çocuğun bile anlayabileceği bir kitaptır.” Kaldı
ki, Allah birçok ayette Kur’ân’ın “çok basit, yalın ve anlaşılır bir kitap olduğunu” hatta birkaç kez “yessernâ-hu”
buyurarak “onu kolaylaştırdığını” beyan buyurmaktadır.
Ne var ki, İslâmcılar dini doğru anlamaya vurgu yaparken köşe başlarını tutan birtakım dalgakıranlar onların
tekliflerini bazen şiddetle hücum ederek reddetme bazense hafife alma noktasında ellerinden geleni yaptılar.
Ne zaman “dini doğru anlamalıyız” denilse, hemen bunu salt bir malumat sorunu olarak görenlerin itirazları gündeme
gelir. Oysa anlamak filli, ferdin kendini gözden geçirmesinden toplumsal hayatın farklı veçhelerine kadar
uzanan tüm amelleri derece derece içerir. Dolayısıyla doğruluk, vefakârlık, basiret, feraset, mesuliyet, hamiyet,
haysiyet, velayet, samimiyet, dayanışma, adalet, haddini bilmek gibi ahlakî değerleri bihakkın anlamanın dışında
mütalaa edemeyiz. Diğer yönden de şirk, riyakârlık, münafıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm... gibi
rezaletler terk edilmesi gereken hususlar olarak gündeme gelir.
Müslümanların gündemi bakımından gelinen entelektüel seviyenin, dünkü donuklukla kıyaslandığında
elbette çok daha ileri, sağlıklı ve önemli olduğunu görmezden gelmemelidir. Kur’ân diyenlerin, onun ayetleri,
sureleri üzerinde tefekkür edenlerin çoğalması ilk bakışta hayra alamet bir gelişmedir. Ancak özellikle televizyonlarda,
halk dindarlığının yoğunlaştığı hassas zamanlarda, Kuran’dan hareketle yapılan konuşma ve yorumlara
bakıldığında sergilenen marazlar, görmezden gelinemeyecek kadar tehlikeli boyutlara varmıştır. Zira ekrandakilerin
pek çoğu her ne kadar “Kur’ân hayat kitabıdır” demiş olsalar da, farklı adreslerde süren hayatların değişik
veçhelerine ve sahnelerine dair hikmetli bir bakış geliştirmek konusunda derde derman olacak yaklaşımlardan
uzak duruyorlar. Hayat tarzlarıyla ilgili malumatların son derece yüzeysel okunduğu bir algı düzeyinde ise ne
yazık ki en temel İslâmî hassasiyetler bile kolayca göz ardı edilebiliyor. Dolayısıyla bugün Kur’ân’a dönmek
demek, aslında Kur’ân zaviyesinden bir mefkûrenin alemdarlığını yapacak bir bilinç inşasına girişmek demektir.
Bunun için de evvela kendi kavramlarımıza ve hayatın bilgisine ihtiyaç vardır.
Bugün bize düşen, modern dünyanın zihinlerini kirlettiği kimi zaman açmazlara düşürdüğü Müslümanlar
olarak, kalplerimizi Kur’ân’la arındırmak ve düşüncelerimizi/amellerimizi Kur’ân’a uydurmaktır. Aksi halde, çağın
bize dayattığı fikir demetlerini ve etkisi altında kaldığımız çeşitli ideolojik düşünce kalıpları ile yaşam biçimlerini
merkeze alırsak ve onları Kur’ân’a onaylatmaya kalkışırsak, işte o zaman Hakk’tan ve hakikatten hızla uzaklaşırız.
Şayet Müslüman toplumlar, sömürülmekten kurtulmak istiyorlarsa, öncelikle Kur’ân’a dönmelidirler. Bu ise,
hem İslâm’ı hem de Batı’yı iyi bilmeyi gerektirir. Bu iki devasa alanda yeterli malumat sahibi olmadan, ‘yöntemli
düşünmek’ mümkün değildir. Zira sağlam yöntem, sağlam bilgiye dayanır. Bilgi temeli sağlam olmayan, neyi
nasıl yapacağını bilemez. O halde, öncelikle yapılması gereken, Müslümanların malumat temelini güçlendirmektir.
Müslümanlar, “bir bilgiye dayalı olarak” düşünmeli ve hareket etmelidirler. Bunu yaptıklarında, düşünme eyleminin
kalitesi artacak, ardından ‘usûl’ bilgisi oluşacaktır. Usûl bilgisinin oluşması, düşüncenin ‘sistematik’ karakter
kazanması anlamına gelir. Bu gerçekleştiğinde ise, sorunlarımıza çözüm bulmamız kolaylaşacaktır.
Sorumluluklarımız “Allah’a dayan Sa’ye sarıl hikmete ram ol/ Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar
yol” dizelerinde belirginleşiyor aslında.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

 

EDİTÖR                                                                   Ocak 2015, Sayı:245, Sayfa:1

Dünya Müslümanlarının zihninde bir karmaşanın hâkim olduğuna dair yüzyılı aşkın bir zamandan beri pek çok şey söylendi. Vahyin bizlerden istediği hayat tarzı ile şu an sürdürülen arasındaki büyük farklılıklar ve tenakuzlar göz ardı edilemiyor. Kur’ân’ın evrenselliği ile bugünün Müslüman’ının parçacı din anlayışı arasında büyük fark vardır. Öte yandan, kaynaklara dönüşü savunan İslâmcılar, Kur’ân’ın ışığında ve Peygamber (s.)’in hayatına ait tartışmasız kesin gerçeklerin kılavuzluğunda ve becerebildiği kadarıyla, kendilerine sağlam bir zemin bulmak ve insanlığın karşılaştığı karmaşa ile ciddi sorunlara cevaplar bulmak olan bir modelin nasıl olabileceğine dair birtakım yaklaşımlar geliştirmeye çalıştılar ve çalışmaktalar. Kabul edilmelidir ki, İslâmcılar Kur’ân merkezli sahih bir din anlayışına vurgu yaparak, dini Kitap ve Sünnet çizgisinde anlayıp yaşamayı benimsemiş ve gerçek Müslüman’ın da böyle olması gerektiğini savunmalarıyla modernistlerle gelenekçilerden farklılıklarını göstermişlerdi. Fakat bu fark hakkıyla bilinmediği için insanlar birtakım benzerliklerden hareket ederek İslâmcıların farkının üstünü örtüyorlar. İslâmcıların, Kur’ân’ın takipçisi olduğunu iddia edenlere hitaben yönelttiği eleştiriler, onların ruhlarının derinliklerine hitap edip, oradaki cevheri harekete geçirmeye dönük bir ıslah ameliyesiydi. Merhum Akif’in “Biz şimdiye kadar Kur’ân’daki evâmir-i ilahiyeyi dinlemiş muktezasınca hikmet etmiş olsaydık, bugün mazimizi hasretle yad etmezdik.” ifadeleri bunun bir yansımasıydı. Bu yüzden İslâmcılar, halden konuşurlar ve halden anlarlar denilse yanlış olmayacaktır. Elbette bubirtakım noksanların ve zaafların olmadığı manasına gelmez. Kaynakları savunanlar yıllardan bu yana bu konuyu anlatırken, mümkün olduğunca, teknik ifade ve terimleri kullanmamaya çalışmışlardı, zira bizzat Kur’ân hiçbir “teknik” tabir kullanmamıştı ve o bir müellifin deyimiyle “Bir köle olarak gücü yettiğince koyun sürüsünü güden cahil siyahî bir çocuğun bile anlayabileceği bir kitaptır.” Kaldıki, Allah birçok ayette Kur’ân’ın “çok basit, yalın ve anlaşılır bir kitap olduğunu” hatta birkaç kez “yessernâ-hu” buyurarak “onu kolaylaştırdığını” beyan buyurmaktadır. Ne var ki, İslâmcılar dini doğru anlamaya vurgu yaparken köşe başlarını tutan birtakım dalgakıranlar onların tekliflerini bazen şiddetle hücum ederek reddetme bazense hafife alma noktasında ellerinden geleni yaptılar. Ne zaman “dini doğru anlamalıyız” denilse, hemen bunu salt bir malumat sorunu olarak görenlerin itirazları gündeme gelir. Oysa anlamak filli, ferdin kendini gözden geçirmesinden toplumsal hayatın farklı veçhelerine kadar uzanan tüm amelleri derece derece içerir. Dolayısıyla doğruluk, vefakârlık, basiret, feraset, mesuliyet, hamiyet, haysiyet, velayet, samimiyet, dayanışma, adalet, haddini bilmek gibi ahlakî değerleri bihakkın anlamanın dışında mütalaa edemeyiz. Diğer yönden de şirk, riyakârlık, münafıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm... gibi rezaletler terk edilmesi gereken hususlar olarak gündeme gelir. Müslümanların gündemi bakımından gelinen entelektüel seviyenin, dünkü donuklukla kıyaslandığında elbette çok daha ileri, sağlıklı ve önemli olduğunu görmezden gelmemelidir. Kur’ân diyenlerin, onun ayetleri, sureleri üzerinde tefekkür edenlerin çoğalması ilk bakışta hayra alamet bir gelişmedir. Ancak özellikle televizyonlarda, halk dindarlığının yoğunlaştığı hassas zamanlarda, Kuran’dan hareketle yapılan konuşma ve yorumlara bakıldığında sergilenen marazlar, görmezden gelinemeyecek kadar tehlikeli boyutlara varmıştır. Zira ekrandakilerin pek çoğu her ne kadar “Kur’ân hayat kitabıdır” demiş olsalar da, farklı adreslerde süren hayatların değişik veçhelerine ve sahnelerine dair hikmetli bir bakış geliştirmek konusunda derde derman olacak yaklaşımlardan uzak duruyorlar. Hayat tarzlarıyla ilgili malumatların son derece yüzeysel okunduğu bir algı düzeyinde ise neyazık ki en temel İslâmî hassasiyetler bile kolayca göz ardı edilebiliyor. Dolayısıyla bugün Kur’ân’a dönmek demek, aslında Kur’ân zaviyesinden bir mefkûrenin alemdarlığını yapacak bir bilinç inşasına girişmek demektir. Bunun için de evvela kendi kavramlarımıza ve hayatın bilgisine ihtiyaç vardır. Bugün bize düşen, modern dünyanın zihinlerini kirlettiği kimi zaman açmazlara düşürdüğü Müslümanlar olarak, kalplerimizi Kur’ân’la arındırmak ve düşüncelerimizi/amellerimizi Kur’ân’a uydurmaktır. Aksi halde, çağınbize dayattığı fikir demetlerini ve etkisi altında kaldığımız çeşitli ideolojik düşünce kalıpları ile yaşam biçimlerini merkeze alırsak ve onları Kur’ân’a onaylatmaya kalkışırsak, işte o zaman Hakk’tan ve hakikatten hızla uzaklaşırız. Şayet Müslüman toplumlar, sömürülmekten kurtulmak istiyorlarsa, öncelikle Kur’ân’a dönmelidirler. Bu ise,hem İslâm’ı hem de Batı’yı iyi bilmeyi gerektirir. Bu iki devasa alanda yeterli malumat sahibi olmadan, ‘yöntemli düşünmek’ mümkün değildir. Zira sağlam yöntem, sağlam bilgiye dayanır. Bilgi temeli sağlam olmayan, neyi nasıl yapacağını bilemez. O halde, öncelikle yapılması gereken, Müslümanların malumat temelini güçlendirmektir. Müslümanlar, “bir bilgiye dayalı olarak” düşünmeli ve hareket etmelidirler. Bunu yaptıklarında, düşünme eyleminin kalitesi artacak, ardından ‘usûl’ bilgisi oluşacaktır. Usûl bilgisinin oluşması, düşüncenin ‘sistematik’ karakter kazanması anlamına gelir. Bu gerçekleştiğinde ise, sorunlarımıza çözüm bulmamız kolaylaşacaktır. Sorumluluklarımız “Allah’a dayan Sa’ye sarıl hikmete ram ol/ Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkaryol” dizelerinde belirginleşiyor aslında. Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

 


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353