Editör Temmuz 2011, Sayı: 203, Sayfa: 1
Türkiye Haziran 2011 seçimlerine Yargının ve YSK’nın birbirine ters aldığı kararlar ve yaptığı uygulamalarla gerilim içerisinde girmiştir. Türkiye’de halkın yararına olan değişimler hep seçimler sonucunda meydana gelmiştir. 1950, tek parti iktidarının yıkıldığı ve halkın bir özne olarak siyasete katıldığı bir tarih olmuştur. Türkiye’nin çok partili hayata geçtiği bu tarihten itibaren sivil, asker, bürokratik elitin desteklediği siyasi partiler seçim yoluyla iktidarı elde edemediler. Bu bakımdan 14 Mayıs 1950, tek parti diktatörlüğünün yıkıldığı tarihtir. 12 Haziran 2011 ise, bürokratik oligarşiye hayır denildiği bir tarihtir. Bu seçimde halk, bürokratik vesayetle sorunlu bir partiyi üçüncü kez ve oyunu arttırmış bir şekilde iktidara getirerek, bürokratik vesayetin tasfiyesi yönünde oy kullanmıştır.
Seçim sonuçlarının ortaya koyduğu tablo, 2002 seçimleriyle başlayan iktidar kayması olgusunun devam ettiğini gösteriyor. Artık İstanbul sermayesinin yegâne güç olduğu bir sermaye yapısından, bu gücün ‘Anadolu sermayesiyle’ yani çevresel bir güçle paylaşıldığı bir döneme doğru gidiyoruz. AKP, bütün ülkenin her yerinde ve neredeyse bütün sosyal katmanlarda elde ettiği oyun getirdiği meşruiyetle, sistemin merkezine doğru ilerlemektedir. Bu üçüncü iktidar dönemi muhtemelen yeni siyasal merkezin inşa edildiği bir dönem olacaktır. Dolayısıyla eski merkezin mensuplarıyla kavgalar, tartışmalar kaçınılmazdır. Bu kavgalar, daha yeni meclis açılmadan YSK’nın almış olduğu Hatip Dicle kararı ile başlamıştır. Hatip Dicle olayı diğerlerinden oldukça farklı bir olaydır. YSK’nın internet sitesine koyduğu metne göre Hatip Dicle’nin hem kendisi hem de avukatları, dolayısıyla BDP yönetimi, 22.03.2011 tarihi itibariyle Hatip Dicle’nin Anayasanın 76. Maddesi ve 2839 milletvekili kanununun 11. Maddesi kapsamınca milletvekili olamayacağını; özellikle temyiz itirazlarının ret edilmiş olmasından sonra mevcut yasalar kapsamında yapılabilecek bir şeyin olmadığını bilmektedirler. Buna rağmen bile bile ısrar etmelerinde başka bir amaç aramak gerekmektedir. Anlaşılan o ki seçim sonrasına dönük bir kaos meydana getirme stratejisi benimsenmiştir. Başta BDP olmak üzere CHP süreci gererek istediklerini elde etmek istemişlerdir. Cumhuriyet tarihi boyunca, resmi ideoloji emrinde ‘tek tip insan yaratma(!) projesi’ ile 1980 yılında Kürtçe konuşma yasağı getirilerek, halka zulüm, işkence yapılarak etnik kimlik ayrışması için gerekli olan fitne ve fesat tohumları ülke topraklarına ekilmiştir. Kürt halkı için birleştirici, bütünleştirici olan kanaat önderlerinin, din adamlarının bu süreçte öldürülmesi ve İslâmi hareketlerin tasfiye edilmesi ile laik, seküler, kavmiyetçi hareketin önü açılmıştır. Değerler açısından, kavmiyetçilik hariç, BDP de sistemin değer sistemini benimsemiş olup sistemin merkezine doğru seyahatine devam etmektedir. Bağımsız milletvekilleri ile CHP’nin çektikleri rest karşılık bulmayınca seçimin hemen akabinde meydana gelen gerilim bugünlerde biraz düşmüştür. Ama henüz çözüldüğü söylenemez.
Neoliberal söylemin kavramlarıyla vesayet sisteminin yapısı sarsılırken, insanın fiziksel dünyasının dışında ve fiziksel dünyaya ilişkin olmayan hiçbir değeri barındırmayan böyle bir söylemin toplumda yaygınlaştığını ve bu söylemin toplumsal değerleri tahrip ettiğini de görmeliyiz. AKP’nin bu üçüncü dönem iktidarının değer bağlamlı bir siyaseti öncelemesi, toplumumuza yapacağı en önemli katkı olacaktır.
Yeni sayımızda buluşmak üzere.
Umran