İSTANBUL’UN TARİHİ NASIL YAZILMALI? Revnakoğlu’nun İstanbul’u, Şehrin Kimliği ve Kültür Okumaları

 

     Editör                                     Ağustos 2022, Sayı: 336, Sayfa: 1

Her şehrin kaderi, tarihî süreçte mensup oldukları medeniyetlerin kaderi ile özdeş durumdadır. Bu bağlamda medeniyetler ile şehirlerin münasebetini ele alırken şehirlerin kimliği daima göz önünde bulundurulur. Medeniyetlerin yükseliş ve düşüş tarihlerinin mihenk taşlarını oluşturan merkez şehirler, bazen mimari biçimde, bazen ilmî ve fikrî geleneğin sürekliliğinde ya da ticaret yolları üzerindeki bereketli bir pazarda ve bazen de siyasi düzenin odağına yerleşerek medeniyet anlayışlarının tarihî gerçeklik içinde zaman ve mekâna yansımasını sağlarlar. Bu çerçevede İstanbul’a yakından baktığımızda şehrin öncü, kurucu ve dönüşen bir şehir olduğu kadar tasfiye edilen bir şehir olduğu acı gerçeğinin ayırdına varmalıyız öncelikle. Şurası açıktır ki Osmanlı’dan Cumhuriyet’e toplum modernleştikçe İslâm merkezli medeniyet anlayışının mekân üzerindeki aktörlük ve görünürlükleri azalmış, kapital semboller hüviyetindeki apartmanlar, büro iş hanları ardından gökdelenler, rezidanslar, AVM’ler ve ışıltılı otellerin görünürlükleri artmıştır. Özen ve belli bir dikkatle bakıldığında görünen ne yazık ki Müslüman dünyanın mevcut ahvali olacaktır. Dolayısıyla bugün İstanbul’u ne kadar bilip tanıdığımız ancak “zarif ihanetlerle” kol kola giden bu dönüşüm ve tasfiye süreciyle birlikte düşünülürse hakiki anlamına kavuşacaktır.

Son yıllarda ülkemizde şehir tarihi/kültürüyle ilgili vasıflı eserlerle süreli yayınların yanında şehir hayatına katkı sunmuş kişilerin biyografileriyle şehrin eski hâlini anlatan fotoğraf albümlerinin yayımlanmakta olduğu dikkatinizden kaçmamıştır. Dikkatle bakıldığında bunların bütünü insanın içinden çekildiği mekânların salt yapı malzemesinden ibaret olduğunu ortaya koyar. Şairin dediği gibi, insan şehri yapar fakat şehir de insanı yapar. Kadim zamanlarda şehrin insanı inşa edip şekillendirişi giderek zenginlik kazanır ve çok boyutlu bir mahiyete bürünürdü. Bu da bizi, şehrin toplumu inşa edişine götürür. Şehrin inşa edilişi ile şehrin insanı inşa edişi aynı zamanda gerçekleşir. Böylece şehir hem özne hem nesne olur; dönüştürürken dönüşür.

Bu itibarla İstanbul’u anlamak için her şeyden evvel şehrin kıymetlerini bilmek ve takdir etmek icap eder. Bunu kavramak ise ancak bilgi birikimini arttıran bakış açılarıyla mümkündür. İstanbul’un hafızasını iade eden merhum Cemaleddin Server Revnakoğlu şehri mimarisiyle, kültürüyle ve insan manzaralarıyla bir bütün hâlinde temaşa ediyordu. Bu yüzden İmparatorluğun yarım son yüzyılını imbikten süzercesine, en mühim sesleriyle Cumhuriyet Türkiye’sine taşıdı. Yine de önümüzde uzun bir yol duruyor. Bu durum kaynakların mevcut olup olmamasından çok İstanbul’un inşasına yönelik tavırlar hakkındaki daha temel bir sorudan kaynaklanıyor. Zira farklı özneler şehirler hakkında farklı şekillerde yazarlar. Aslında bazı özneler bu konuda yazmazlar bile.

Mimarisiyle, kültürüyle, insan manzaralarıyla şehre yönelen Revnakoğlu klasik boyutuyla ulema diye tesmiye edilen sınıfın yerini yeni tip aydınların aldığı, bilgiyi yorumlama tekelini elinde bulunduran sınıf ve kurumların dönüşüme uğradığı bir dönemin şahididir. Kendini İstanbul’un mekân ve şahsiyetlerine adayan Revnakoğlu’nun arşivine fark katan en önemli husus, hazırlandığı zaman dilimiyle ilgilidir. Hiç şüphesiz o, kültürümüzün bugününün oluşmasında büyük katkı sahibi bir ara nesle mensuptu. Yakın yakıcı tarih olarak ifade edebileceğimiz Osmanlı Devleti’nin son dönemleriyle Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan değişimlerin nasıl karşılandığına dair Revnakoğlu’nun notlarına yansıyan tespitler Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte vuku bulan dönüşümlerin etkilerini takip etmek bakımından hayli önemlidir. Yazdıklarının ekseriyetle Türkiye’nin 1920’lerin ikinci yarısı ile 1930’lara nazaran farklı bir döneme girdiği, girmeye çalıştığı bir dönemde belirginlik kazandığının farkına varılması da önem taşımaktadır. Onun notlarından bir kısmını Revnakoğlu’nun İstanbul’u; İstanbul’un İç Tarihi Fatih adıyla beş cilt şeklinde okurlarla buluşturan Mustafa Koç Hoca’nın sık sık vurguladığı üzere Revnakoğlu’nu başkalarından farklı kılan, nazar-ı dikkatini Müslüman İstanbul’a bütünlüklü bir yaklaşımla odaklanmasıydı. Bu bir yana günümüzde İstanbul’un tarihini anlama ve konumlandırma çabasından kaynaklanan daha derin bir sorun vardır. İstanbul’u kaleme alan (ve sergileyen) entelektüel çevrelerdeki kimilerinin amacı Bizans İstanbul’unu ön plana çıkarmaya matuftur. Bizans İstanbul’una ait bir tweet’in sosyal medyadaki etkileşiminin birdenbire kabarması bu tutumun etkisini belirlemek bakımından önemli bir göstergedir.  Esasında yeni tarihçilerin ve küresel elitlerin İstanbul’a biçtiği kimlikler üzerinden şehri anlamlandırmak, şehrin kimliğini belirleyen çeşitli mirası ve etkeni görmezden gelmek demektir. Bu durum ise modern zamanda İstanbul’un başına gelen en büyük felaketin hafıza kaybı olduğunu yeniden hatırlamayı zaruri kılmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında her şehir tarihi yazımının kendine has bir zihnî serüveninin varlığından söz edilebilir. Gözlem ya da tahayyül ile başlayan, sorularla açılan, analizlerle parçalara ayrılarak derinleşen ve açıklayıcı kavramsal çerçevelerle bütünleşerek ete kemiğe bürünen ya da yazıya dökülen bir zihnî serüven. İstanbul’un başlı başına büyük bir âlem olduğunu idrak eden Revnakoğlu’nun muazzam hacimdeki notları böylesi bütüncül bir zihnî serüvenin parçası olarak görüldüğünde gerçek anlamına kavuşabilir. Zira o İstanbul’un maddi mirasından bahsederken, bunların içinde akan kültürden, hayattan dolayısıyla insanı inşa eden mekânlardan bahseder. Ayrıca belirtilmelidir ki yayımlanan hacimli eser doğrudan İstanbul hatta Fatih ile ilgili görülüyorsa da dolaylı olarak bütün İstanbul ve Osmanlı şehirleriyle yakından alakalıdır. Çünkü Revnakoğlu’nun notları Buhara-Bursa-Bosna hattı ile ilgili dikkat çekici bilgileri ihtiva ettiği gibi Kırım-Kastamonu-Kahire çizgisine de zaman zaman ışık tutmaktadır.

Açık yüreklilikle söylemek gerekirse biz kendi hayatımıza ve kültürümüze, dinî kurumlarımıza,  niteliği, özelliği, konuya ilgisi ve yatkınlığı, yaklaşımı, zamanı, tarzı, üslubu ile Revnakoğlu gibi sıcak bakmayı bilmiyoruz. Çünkü bugünkü insan tarihe ve kültüre karşı, Cumhuriyet dönemi nesillerine benzer şekilde hem daha soğuk hem de daha pozitivist ve rasyonalisttir.  Bu cihetten onun notları öyle tespitler sergilemektedir ki geleceğin sosyolog ve psikologları oradaki malumattan hareketle ferdi ve toplumsal hayat hakkında yepyeni açılımlar sağlayacak hüviyettedir. İstanbul’un iç tarihine odaklanan Revnakoğlu arşivi bütünüyle yayımlandığında sadece şehir tarihi değil, yakın dönem mimari, biyografi, tasavvuf, eğitim, güzel sanatlar tarihimize de çok önemli katkılar sunacaktır. Bu minvalde dergimizin bu sayısı aşikârdır ki Revnakoğlu’nun henüz bir kısmı yayımlanan notlarının etraflı bir incelemesi olma amacı taşımayan genel bir çalışmadır. Fikirler ve kavramlar yoluyla bakış elde edip, bakış açılarını geliştirip genişletmeye dönük bir giriş niteliğindedir.

Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle.                                                                                                                                              Umran


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353