EDİTÖR Şubat 2015, Sayı:246, Sayfa:1
Charlie Hebdo’nun yayın heyetine karşı yapılan saldırıdan bu yana bir heyecan dalgası yayılıyor; bir Fransız “11 Eylül’ü yaşamaktayız” deniliyor. Saldırı sonrasında Fransa’da güvenlik en üst düzeye çıkarılmış ve saldırganlar aranmaya başlanmıştır. İşin ilginç yanı saldırının engellenmesi noktasında yetersiz kalan Fransız istihbaratının, saldırının hemen sonrasında saldırganların kimliklerini anında saptaması ve gayri resmi yollardan bu isimleri duyurmasıydı. Saldırının ardından saldırganların peşine düşen Fransız polisi kısa süre geçmeden saldırganları bir matbaada sıkıştırmıştır. Ancak aynı saatlerde yine Fransa tarafından saldırganlarla ilgisi olduğu söylenen ikinci bir saldırı gerçekleştirilmiştir. Saldırılara ilişkin Batıda da farklı tepkilerin verildiği görülmektedir. “Je sui Charlie” (Ben Çarliyim) kampanyasına destek veren ve olayı kayıtsız şartsız kınayan tepkiler çoğunlukta olmakla birlikte azınlık da olsa saldırıların Fransa’nın bir komplosu yahut sebebi olduğu ve fikir özgürlüğünün de bir sınırı olması gerektiğine yönelik güçlü tepkiler de verilmiştir. Nitekim Papa II. Benedictus olaya ilişkin açıklamasında şiddeti tasvip etmediklerini, ancak ifade özgürlüğünün başkalarının inançlarına hakaret etme anlamına gelmediğini ifade etmiş ve ifade özgürlüğünün de bir sınırı olması gerektiğini, insani gerçekleri dikkate alması gerektiğini söylemiş ve eklemiştir: “Ben de Charlie değilim.” ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere dünyanın sayılı ülkeleri, terörün İslâm’dan kaynaklanmadığını, dini, rengi ve dili ne olursa olsun, terörün birbiriyle aynı olduğunu dile getirdiler ve İslâmofobyaya karşı olduklarını ifade ettiler. Batılıların bu eskiden kalma şımarıklıkla bize üstünlük taslamaları sağlıklı bir tavır olmasa da, mesele, küresel güçteki ülkeler ve liderler düzeyinde sağlıklı bir zemine doğru gittiğinin işareti gibi. Fakat şunu kesinlikle göz ardı etmemek lazım: Dikkate değer önemli gelişmeler saldırılar öncesinde Avrupa genelinde son yıllarda yükselen aşırı sağ partilerin yükselişi ve İslâm karşıtı hareketlerin yaygınlaşmasıdır. Nitekim Avusturya’da Aşırı Sağcı Özgürlük Partisi oy oranını son yıllarda %27’lere kadar çıkarmış, Fransa’da 2014 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşır sağcılar %25 civarında oy alarak sandıktan birinci parti olarak çıkmıştır. Yine 300 bine yakın Müslüman’ın yaşadığı İsviçre’de yeni minarelerin yapılıp yapılmayacağı 2009 yılında yapılan bir referandumda halkın %57’si tarafından kabul edilmiş ve İsviçre’de yeni minare yapımı yasaklanmıştır. Charlie Hebdo olayının yaşandığı gün Yemen’deki bir saldırıda öldürülen 37 kişi. Bu gözlemin pratik sonucu bu anma seremonilerinin safiyane olmadığıdır. Pozitif tarafsızlık paravanlarının ardına bakıldığında bunların simgesel performatif eylemler oldukları anlaşılır. Bu seremoniler bizlere hangi hayatların uğruna ağlamaya değer olduklarını ve daha da önemlisi hangilerinin bu hümanist ve modern acıma ekonomisinin dışında tutulacağını öğretir. Diğer taraftan Türkiye başta olmak üzere dünyanın pek çok yerindeki gazeteler, haber portalları, ajanslar ve kanaat oluşturucu mevkiindeki aydınlar “İslâmcı terörizme” karşı medenilik vurgusu temelli askerî harbin gerekliliği konusunda bir oybirliği içindeydi. “Terörizm” ifadesinin kriminalize edilmiş olduğundan söz etmeye bile gerek yok. Bu seçici acıma ekonomisi Batılı devletin şiddet algılamasına dair ikinci tipten bir etki üretiyor. Irkçı diskurlar gürültülü bir şekilde şiddeti sahneliyor. Yaklaşık biçimde dahi olsa, 2001’deki Afganistan ve 2003’teki Irak savaşında Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık, 2013’teki Mali müdahalesinde Fransa tarafından öldürülen insanların sayısı hakkında kimin bir fikri var? Kaba İslâm düşmanlarının negatif coşkunluğu yanında her şeyden önce pozitif coşkular taşıyan “hümanistler” var: Kurbanlara acıma ve sempati, “yüce” değerlere içten bir bağlılık (basın özgürlüğü, sanatın kutsallığı, liberal demokrasi, cumhuriyet vb.) Adı geçen dergiyi Müslümanların peygamberine hakaret etmesi ve onlara yönelik nefreti teşvik etmesi açısından kınayamayan bir düşünce ortamı var. Bu iki yorum çerçevesinin Türkiye’ye yansımaları düşünce tarihimiz açısından ibretlik örnekler sunuyor. Bir din olarak İslâm’ın zorunlu olarak terörizm ürettiği gibi bir tez/kanaat olarak tedâvüle sokuldu. Propagandacı ve ajitatör arasındaki fark üzerinden gidersek aydın figürü İslâm coğrafyasında yaşanan belli olay ve olguları örnek alarak geniş bir kamuoyu oluşturmak için kitlelere yönelik ajistasyon faaliyeti içine girmiştir. Amaç kitlede İslâm’a karşı öfke ve hoşnutsuzluk yaratmak ve kendilerince yaklaşan “tehlikeyi” göstermektedir. Giorgio Agamben’in “müselman” figürü kelimesi kelimesine “Müslüman”ı işaretlemekteyken nasıl olur da mazlum olan, çıplak insan hâline getirilen bu “insan” tüm dünyanın kötülüklerden sorumlu tutulabiliyor. Beyaz Adam’ın hiç mi suçu yok! Bu konu üzerine yürütülen tartışmalar Agamben, Michel Foucault, Edward Said gibi iktidar kuramcılarının entelektüel ufuklarının bir hayli gerisinde seyretmektedir. Sanki hiç Said’in Haberlerin Ağında İslam ve Oryantalizm gibi kitapları okunmamış gibi muamele ediyorlar.Yeni sayımızda görüşmek temennisiyle.