Seçim ve Sonrası Genel Seçimlerin Üzerinden Geleceğe Bakarken

 

7Haziran 2015’te yapılan genel seçimlerin galibi kim? Bu soruya bu kez on yıldır alışılmış olduğu ölçüde net bir cevap vermek mümkün değil.
Seçimin sonucu Türkiye’de şu an birinci önceliğin -ülke sınırları dışındaki gelişmelerin de etkisiyle- etnik, bunu da belirleyen ikinci önceliğin
kimlik, üçüncü olarak da başta “lider” olmak üzere aidiyet olduğunu gösteriyor. Bu bakımdan hem “bugün yarındır” düsturundan
hareketle geleceğe dair kaygıları arttırıyor hem de ekonomik taleplerin çok baskın olsa da rey vermeye etki etme noktasında gerilerde kaldığına
işaret ediyor. Zaten uzun zamandır Türkiye’deki seçmen davranışları üzerine yapılan araştırmalardan elde edilen neticenin; “ekonomi
seçim kazandırmaz, kaybettirir” şeklinde olması da bunu doğruluyor. Kaldı ki seçim sürecinde AK Parti cephesinin ekonomiye dair kurduğu
cümlelerin baskın karakterinin, “eskiden bu da yoktu, bunlarla iktifa edin” şeklinde olması ahali tarafından “üstten bakış” olarak yorumlandı
ve ‘kibir’ kavramı çerçevesinde oluşturulan medyatik enformasyon kanalını büyük ölçüde besledi. Ayrıca yapılanların sürekli bir şekilde
bıktırırcasına anlatılması, yapılan imar faaliyetlerinin başa kakılması olarak da algılandı.
Gezi Parkı olaylarından itibaren başlayan ve AK Parti’ye yönelik olarak dile getirilen kibir ve diktatörlük üzerine kurulu söylem, sıradan
insanların kendi yakın çevrelerindeki algılarla ve kimi pratiklerle örtüştü. AK Parti’ye ders verme düşüncesi, seçim sonuçlarında kendisini
göstermiş görünmekte. AK Parti, büyükşehirlerdeki, Anadolu’daki ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerdeki oy kaybına rağmen aldığı
%41’lik oy oranıyla seçimden birinci parti olarak çıktı. Ancak HDP’nin %13’le barajı aşmış olması ve MHP’nin oylarını arttırmasından ötürü tek
başına bir iktidar kuramıyor. Bundan ötürü hem buruk hem de kendi politikalarını gözden geçirmeyi gerektirecek oldukça kritik bir eşikte.
Hükümet kurmak için başka bir rakip partiyle anlaşmak zorunda. Bu açıdan bakıldığında mutlak “galip” olarak değerlendirilemiyor. Muhalefet
partileri açısından bakıldığında, onlar da AK Parti’nin tek başına hükümet kuracak çoğunluğa ulaşmasını engellemiş olmalarından ötürü memnun
ve gururlular. Ancak iş hükümet kurma başta olmak üzere memleketin diğer konularının nasıl yönetileceği meselesine gelince bunun
pek bir anlamı kalmıyor. İş çevrelerinden, esnaflara ve memurlara kadar birçok vatandaşın, ülkeyi bekleyen koalisyon gerçeğiyle karşı karşıya
kalması, tekrar Türkiye’nin koalisyon hafızasını canlandırmış ve yeni bir tedirginliğin konusu olmuştur. Döviz, işçi çıkarmalar, faizin artışı ve
emlak satışlarında durgunluk ve dengesizlik hemen ilk günden Türkiye’nin gerçek gündemi olarak yerini almıştır.
Şüphesiz seçimlerin, gazete manşetlerine ve analizlerine yansıyan tarihsel hafızaya gönderme yapmayı anlamsız kılmayan dış dünya
ile de sıkı bir ilişkisi vardır. Küresel siyaset, “Arap uyanışı” olarak bilinen tüm gelişmeleri durdurup özellikle Mısır ve Suriye’yi teslim aldıktan
sonra Türkiye’yi teslim almak için uğraşmaktadır. İktidarın, özellikle 2010 yılından beri küresel siyasetten bağımsız hareketlerde bulunması,
siyaset yapıcı aktör olarak öne çıkma çabasıTürkiye’yi hedef haline getirmiştir. Böylesi durumlarda genellikle iktidarın odağındaki kişi doğrudan
hedef olarak seçilir. Buradaki hedef açıktır ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Nitekim bir İtalyan gazetesinde seçim ertesi
yayınlanan “Yüzyılın Selahaddin’i durduruldu!” başlıklı analiz bunu doğrulamaktadır. Şunu söylemek mümkündür ki, Erdoğan iktidarına karşı
kurulan koalisyon son 2-3 senedir fiilen yürütülen operasyonda başarıya ulaşmış ve Erdoğan ve AK Parti yara almıştır. Tersinden bakıldığında
ise Erdoğan’ın sandık vurgusu başarılı olmuş, neredeyse tüm muhalifler çeşitli ittifaklar kurarak oyuna dâhil olmuş, bu da sokak siyaseti
olarak anılan hıncı kontrol altına almıştır.
Bu sürece yakından bakıldığında, çözüm sürecinin Türkiye’nin hayrına olacak tarzda çözüme kavuşturulmasını istemeyen kadife darbeci
kadro, süreci engelleyecek ve Kürt halkını AK Parti’den koparacak bir stratejiyi adım adım uygulamıştır. AK Parti yöneticilerinin Taksim kadife
darbe sürecini algılamadaki zafiyetleri, Kürt seçmen üzerinden kurulmuş olan tezgâhın görülmesini engellemiştir. Bu stratejinin uygulanmasına
ilişkin bir başlangıç tarihi, kesin olarak söyleyememekle beraber sürecin, Hatip Dicle’nin milletvekilliği seçiminin iptal edilmesi ve ardından
mahkûmiyeti ile birlikte başladığını söyleyebiliriz. AK Parti’nin Kürtlere karşı yürüttüğü politika, başından beri dini bir “kardeşlik” politikası
ekseninde dönüp duruyordu. AK Parti bu politikadan hiçbir zaman vaz geçmedi ancak bu din kardeşliği Uludere/Roboski katliamıyla biraz
aşınmıştı. Kobani sınavı Türkiye için talihsiz bir kâbusa dönüştü. Neredeyse tüm Kobanililerin Türkiye’de ağırlanmasına rağmen, bu konuda
tersine algı baskın çıktı. Öyle ki, Kobani’yi “Kürtler’in Dersim’i” şeklinde sunma propagandası işlendiği halde Kobani ile ilgili karşı kampanya
hükümet tarafından yürütülemedi. “Kobani düştü düşecek” sözü ve ardından başlayan “Kürt sorunu yoktur.” tartışması, karşı propagandanın
ısrarla dile getirdiği “AK Parti Kürtleri oyalıyor.” söylemini güçlendirdi.
Şunu kabul edelim ki, AK Parti seçim süresince milliyetçi bir dil kullanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti’nin böyle bir dil kullanmasının
sebebi, yaptırılan özel anketlerde MHP’ye oy kaymasının tespit edildiği ve bunu da durdurmak için böyle bir yola başvurulduğu
şeklinde ifade edilmektedir. Şayet böyle bir dilin kullanılması, anket sonuçlarına göre belirlenmiş ise, o zaman, bu dilin kullanılmasından sonra
yaptırılan anketlerde, daha büyük bir oyun, HDP’ye kaymakta olduğunun da görülmesi gerekirdi. Seçim sonrasında AK Parti’nin “ideolojik
tabanı” dahi, bu kırılganlığı yaşayarak, çözüm sürecinin ne kadar hatalı sonuçlar doğurduğu eleştirisini getirmiş, meseleyi dış bağlantılı kimlik
meselesi üzerinden yorumlamayı tercih etmiştir.
Bu seçimlerde AK Parti’nin başörtüsü yasağını kaldırma, İmam Hatipleri açma ve Kürtçe Kur’ân gibi söylemlerinin çok etkili olamadığını
gördük. Hatta dindar Kürtlerin bu defa blok halinde HDP’ye geçmesi başlı başına bir sosyolojik araştırma konusu olmalıdır. AK Parti seçim
söylemini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önderliğinde başkanlık sistemi ve anayasal değişim üzerine oturtmuştur. Hizmetleri, projeleri ve ekonomik
vaatleri ikinci planda kalmıştır. Bir genel seçim öncesinde, başkanlık sisteminin ne getirip ne götüreceği gerektiği gibi tartışılmadan,
halkın kafası berraklaştırılmadan genel seçim sürecinde Başkanlık sisteminin, ne olduğu bilinmeyen “Türk tipi başkanlık sisteminin” seçim
propagandalarının merkezine oturtulması fayda getirmeyen bir yanlış olmuştur. Bu noktada, kadife darbeci kadronun “sivil dikta/sivil diktatörlük”
söylemleri, “özgürlüğü en kutsal değer” olarak gören gençler üzerinde çok etkili olmuştur. Diğer taraftan söylemde “düşmanlara karşı”
çatışma çizgisinin üst düzeyde tutulması varoluşsal olarak bir zorunluluk iken demokratik meşru muhaliflere karşı aynı dilin kullanılmaması
da yine varoluşsal olarak zorunluluk olmalıdır. Yani antagonistik siyaset ile agonistik siyaset söylemlerini ayırmak; AK Parti ve Türkiye’de
İslâmi kesime “düşman” olanlar ile AK Parti’ye muhalif olanlara karşı farklı “dil ve üslup” kurmak gerekir ki bu “düşmana” karşı savaş, muhalife
karşı yarış havasını zaruri kılar. Siyasal alanın kırılgan hale getirilmesi noktasındaki operasyonların belli ölçüde başarıya ulaşmış olması
ve söylemin yenilenmesi, yeni bir paradigmaya geçilmesi gerektiği hususundaki yaklaşımları doğrulamaktadır.
Ramazan’ın ve bayramın İslâmi hayat tarzının alâmet-i farikaları olan tefekkür, emri bil’maruf nehyi anil’münker, tezkiye, iyilik, infak,
dayanışma, paylaşma, diğerkâmlık, kanaat, itidal, tevazu, tutumluluk, sabır, takva, affetme, hilm, sevgi, saygı vb. gibi temel değerlerin serpilmesine
vesile olması temennisiyle.

 

EDİTÖR                                       Temmuz 2015, Sayı:251, Sayfa:1

7 Haziran 2015’te yapılan genel seçimlerin galibi kim? Bu soruya bu kez on yıldır alışılmış olduğu ölçüde net bir cevap vermek mümkün değil. Seçimin sonucu Türkiye’de şu an birinci önceliğin -ülke sınırları dışındaki gelişmelerin de etkisiyle- etnik, bunu da belirleyen ikinci önceliğin kimlik, üçüncü olarak da başta “lider” olmak üzere aidiyet olduğunu gösteriyor. Bu bakımdan hem “bugün yarındır” düsturundan hareketle geleceğe dair kaygıları arttırıyor hem de ekonomik taleplerin çok baskın olsa da rey vermeye etki etme noktasında gerilerde kaldığına işaret ediyor. Zaten uzun zamandır Türkiye’deki seçmen davranışları üzerine yapılan araştırmalardan elde edilen neticenin; “ekonomi seçim kazandırmaz, kaybettirir” şeklinde olması da bunu doğruluyor. Kaldı ki seçim sürecinde AK Parti cephesinin ekonomiye dair kurduğu cümlelerin baskın karakterinin, “eskiden bu da yoktu, bunlarla iktifa edin” şeklinde olması ahali tarafından “üstten bakış” olarak yorumlandı ve ‘kibir’ kavramı çerçevesinde oluşturulan medyatik enformasyon kanalını büyük ölçüde besledi. Ayrıca yapılanların sürekli bir şekilde bıktırırcasına anlatılması, yapılan imar faaliyetlerinin başa kakılması olarak da algılandı. Gezi Parkı olaylarından itibaren başlayan ve AK Parti’ye yönelik olarak dile getirilen kibir ve diktatörlük üzerine kurulu söylem, sıradan insanların kendi yakın çevrelerindeki algılarla ve kimi pratiklerle örtüştü. AK Parti’ye ders verme düşüncesi, seçim sonuçlarında kendisini göstermiş görünmekte. AK Parti, büyükşehirlerdeki, Anadolu’daki ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerdeki oy kaybına rağmen aldığı %41’lik oy oranıyla seçimden birinci parti olarak çıktı. Ancak HDP’nin %13’le barajı aşmış olması ve MHP’nin oylarını arttırmasından ötürü tek başına bir iktidar kuramıyor. Bundan ötürü hem buruk hem de kendi politikalarını gözden geçirmeyi gerektirecek oldukça kritik bir eşikte. Hükümet kurmak için başka bir rakip partiyle anlaşmak zorunda. Bu açıdan bakıldığında mutlak “galip” olarak değerlendirilemiyor. Muhalefet partileri açısından bakıldığında, onlar da AK Parti’nin tek başına hükümet kuracak çoğunluğa ulaşmasını engellemiş olmalarından ötürü memnun ve gururlular. Ancak iş hükümet kurma başta olmak üzere memleketin diğer konularının nasıl yönetileceği meselesine gelince bunun pek bir anlamı kalmıyor. İş çevrelerinden, esnaflara ve memurlara kadar birçok vatandaşın, ülkeyi bekleyen koalisyon gerçeğiyle karşı karşı yakalması, tekrar Türkiye’nin koalisyon hafızasını canlandırmış ve yeni bir tedirginliğin konusu olmuştur. Döviz, işçi çıkarmalar, faizin artışı ve emlak satışlarında durgunluk ve dengesizlik hemen ilk günden Türkiye’nin gerçek gündemi olarak yerini almıştır. Şüphesiz seçimlerin, gazete manşetlerine ve analizlerine yansıyan tarihsel hafızaya gönderme yapmayı anlamsız kılmayan dış dünya ile de sıkı bir ilişkisi vardır. Küresel siyaset, “Arap uyanışı” olarak bilinen tüm gelişmeleri durdurup özellikle Mısır ve Suriye’yi teslim aldıktan sonra Türkiye’yi teslim almak için uğraşmaktadır. İktidarın, özellikle 2010 yılından beri küresel siyasetten bağımsız hareketlerde bulunması, siyaset yapıcı aktör olarak öne çıkma çabası Türkiye’yi hedef haline getirmiştir. Böylesi durumlarda genellikle iktidarın odağındaki kişi doğrudan hedef olarak seçilir. Buradaki hedef açıktır ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Nitekim bir İtalyan gazetesinde seçim ertesi yayınlanan “Yüzyılın Selahaddin’i durduruldu!” başlıklı analiz bunu doğrulamaktadır. Şunu söylemek mümkündür ki, Erdoğan iktidarına karşı kurulan koalisyon son 2-3 senedir fiilen yürütülen operasyonda başarıya ulaşmış ve Erdoğan ve AK Parti yara almıştır. Tersinden bakıldığında ise Erdoğan’ın sandık vurgusu başarılı olmuş, neredeyse tüm muhalifler çeşitli ittifaklar kurarak oyuna dâhil olmuş, bu da sokak siyaseti olarak anılan hıncı kontrol altına almıştır. Bu sürece yakından bakıldığında, çözüm sürecinin Türkiye’nin hayrına olacak tarzda çözüme kavuşturulmasını istemeyen kadife darbeci kadro, süreci engelleyecek ve Kürt halkını AK Parti’den koparacak bir stratejiyi adım adım uygulamıştır. AK Parti yöneticilerinin Taksim kadife darbe sürecini algılamadaki zafiyetleri, Kürt seçmen üzerinden kurulmuş olan tezgâhın görülmesini engellemiştir. Bu stratejinin uygulanmasına ilişkin bir başlangıç tarihi, kesin olarak söyleyememekle beraber sürecin, Hatip Dicle’nin milletvekilliği seçiminin iptal edilmesi ve ardından mahkûmiyeti ile birlikte başladığını söyleyebiliriz. AK Parti’nin Kürtlere karşı yürüttüğü politika, başından beri dini bir “kardeşlik” politikası ekseninde dönüp duruyordu. AK Parti bu politikadan hiçbir zaman vaz geçmedi ancak bu din kardeşliği Uludere/Roboski katliamıyla biraz aşınmıştı. Kobani sınavı Türkiye için talihsiz bir kâbusa dönüştü. Neredeyse tüm Kobanililerin Türkiye’de ağırlanmasına rağmen, bu konuda tersine algı baskın çıktı. Öyle ki, Kobani’yi “Kürtler’in Dersim’i” şeklinde sunma propagandası işlendiği halde Kobani ile ilgili karşı kampanya hükümet tarafından yürütülemedi. “Kobani düştü düşecek” sözü ve ardından başlayan “Kürt sorunu yoktur.” tartışması, karşı propagandanın ısrarla dile getirdiği “AK Parti Kürtleri oyalıyor.” söylemini güçlendirdi. Şunu kabul edelim ki, AK Parti seçim süresince milliyetçi bir dil kullanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti’nin böyle bir dil kullanmasının sebebi, yaptırılan özel anketlerde MHP’ye oy kaymasının tespit edildiği ve bunu da durdurmak için böyle bir yola başvurulduğu şeklinde ifade edilmektedir. Şayet böyle bir dilin kullanılması, anket sonuçlarına göre belirlenmiş ise, o zaman, bu dilin kullanılmasından sonra yaptırılan anketlerde, daha büyük bir oyun, HDP’ye kaymakta olduğunun da görülmesi gerekirdi. Seçim sonrasında AK Parti’nin “ideolojik tabanı” dahi, bu kırılganlığı yaşayarak, çözüm sürecinin ne kadar hatalı sonuçlar doğurduğu eleştirisini getirmiş, meseleyi dış bağlantılı kimlik meselesi üzerinden yorumlamayı tercih etmiştir. Bu seçimlerde AK Parti’nin başörtüsü yasağını kaldırma, İmam Hatipleri açma ve Kürtçe Kur’ân gibi söylemlerinin çok etkili olamadığını gördük. Hatta dindar Kürtlerin bu defa blok halinde HDP’ye geçmesi başlı başına bir sosyolojik araştırma konusu olmalıdır. AK Parti seçim söylemini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önderliğinde başkanlık sistemi ve anayasal değişim üzerine oturtmuştur. Hizmetleri, projeleri ve ekonomik vaatleri ikinci planda kalmıştır. Bir genel seçim öncesinde, başkanlık sisteminin ne getirip ne götüreceği gerektiği gibi tartışılmadan, halkın kafası berraklaştırılmadan genel seçim sürecinde Başkanlık sisteminin, ne olduğu bilinmeyen “Türk tipi başkanlık sisteminin” seçim propagandalarının merkezine oturtulması fayda getirmeyen bir yanlış olmuştur. Bu noktada, kadife darbeci kadronun “sivil dikta/sivil diktatörlük” söylemleri, “özgürlüğü en kutsal değer” olarak gören gençler üzerinde çok etkili olmuştur. Diğer taraftan söylemde “düşmanlara karşı” çatışma çizgisinin üst düzeyde tutulması varoluşsal olarak bir zorunluluk iken demokratik meşru muhaliflere karşı aynı dilin kullanılmamasıda yine varoluşsal olarak zorunluluk olmalıdır. Yani antagonistik siyaset ile agonistik siyaset söylemlerini ayırmak; AK Parti ve Türkiye’de İslâmi kesime “düşman” olanlar ile AK Parti’ye muhalif olanlara karşı farklı “dil ve üslup” kurmak gerekir ki bu “düşmana” karşı savaş, muhalife karşı yarış havasını zaruri kılar. Siyasal alanın kırılgan hale getirilmesi noktasındaki operasyonların belli ölçüde başarıya ulaşmış olması ve söylemin yenilenmesi, yeni bir paradigmaya geçilmesi gerektiği hususundaki yaklaşımları doğrulamaktadır. Ramazan’ın ve bayramın İslâmi hayat tarzının alâmet-i farikaları olan tefekkür, emri bil’maruf nehyi anil’münker, tezkiye, iyilik, infak, dayanışma, paylaşma, diğerkâmlık, kanaat, itidal, tevazu, tutumluluk, sabır, takva, affetme, hilm, sevgi, saygı vb. gibi temel değerlerin serpilmesine vesile olması temennisiyle.

 


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353