EDİTÖR Kasım-Aralık 1997, Sayı:40, Sayfa:1
Türkiye, ne olacağına karar verememiş bir ülke görünümü arzetmektedir. Sorunlarını ve önceliklerini toplumsal bir konsensüs sağlayarak tespit etmediği için, habire sorunlar yaratarak onları çözmeyi mesele edinmiş görünümündedir. Kur'an’da örneği verilen, ipini eğirip çözen kadının durumunu andırıyor ülkemizin durumu. “Halka rağmen halk için" sloganı adeta bir yönetim kanunu halinde uygulanagelmekte ve halk daima gözetilmesi, kollanması ve kurtarılması gereken bir nesne olarak algılanmaktadır. Bunun içindirki, halk ile hâlâskârları arasındaki sorunlar bir türlü bitmemekte, hatta giderek daha yoğunlaşmaktadır. Son dönem tarihimize şöyle bir göz attığımızda bu mücadelenin varlığını net bir şekilde görebiliriz. Kısmen de olsa, halkın iktidar katlarında temsilini sağlayan dönemlerin ardından, hemen (gizli-açık) darbe ve restorasyon dönemlerinin geldiğini görüyoruz. Halkın iktidara getirdiği insanların, sivil ve asker bürokrat elit tarafından hemen hizaya getirilmek istendiğini, buna kısmen de olsa karşı koyanların, acilen iktidardan uzaklaştırıldıklarını artık biliyoruz. Bu anlamda 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül açık darbelerini ve 28 Şubat “Postmodern darbesini” sistemi rayına oturtma çabasının milâtları olarak niteleyebiliriz. Bütün bu dönemler halkın nisbî de olsa idareye ilişkin tek söz söyleme alanı olan sivil siyasetin askıya alındığı dönemlerdir. Ve bu dönemlerde tepeden inmeci toplum mühendislerinin (İlber Ortaylı’nın tabiri ile “en muzır eşhasın”) yarım yamalak uygulamaya kalktığı modeller ile toplum alt üstedilir. Hayat nispeten normalleşmeye başlayınca toplum tekrar tabii mecrasına yönelir ve tekrar toplum mühendisleri işe koyulur. Tabiidir ki, nesneler dünyasının bilimi olan mühendisliği akıl ve irade sahibi insanların oluşturduğu topluma uygulamaya çalışmak asla müspet sonuçlar vermeyecektir. Sorun da tam burada yatmaktadır zaten. Halkı, inancı, örfü, duygusu, düşüncesi olmayan bir nesne olarak kabul edip, ona istediği şekli rızası hilafına verebileceğine inanmak. Böylesi bir çabanın dünyada bugüne kadar başarılı olamadığı, bundan sonra da olamayacağı gerçeği anlaşılmadığı sürece bu sorunları yaşayacağız. Toplum ve siyaset mühendislerinin her meseleyi bahane ederek, daha olmazsa mesele ihdas ederek, toplumun normal gidişine direkt müdahalelerde bulunmaları, kendilerini önemli hale getirse bile, ülkenin sorunlarını artırmaktan başka bir sonuç vermemektedir. Ve ülkenin maddi ve manevi kaynakları bu anlamsız hay-u huy içinde heba edilmektedir. Maalesef 28 Şubat postmodern darbesinden bu yana toplumumuz bu tür bir müdahalenin getirdiği alt üst oluşu yaşamaktadır. Yine toplum ve siyaset mühendisleri, halkın onayını ve rızasını almadan, hatta halkın çok büyük bir kısmının rızası hilafına ve ona karşı olarak halkın geleceğini planlamaya çalışmaktadırlar. Daha önceki restorasyon dönemlerinde ilerici-gerici, sağ-sol şeklinde ifade edilen bölünme ve gerginlik, şimdi laik-antilaik bazına oturtulmaya çalışılmaktadır. Aynı zamanda ülkenin oldukça hassas dengelerini bozmak pahasına, bir laikçi taban oluşturma gayretlerini ele gözden ırak tutmamak gerekir. Bütün bunların üstüne, siyaseti de vesayet altına alarak, bir ara rejim ihdas etmiş olan cuntanın, bu kesimlerden birine tam destek vererek, diğerini yok etmeye çalışması da, toplumsal barışı tamiri çok zorolacak bir şekilde zedelemektedir. Toplumun dengelerine gayr-ı tabii bir biçimde yapılan bu müdahale, daha önce normal sınırlar içinde cereyan eden olayları adeta bir fanatizm boyutuna vardırmıştır. Bu bağlamda, bir ara rejim geleneği olan “Laikfanatizm"in etkin güç odaklarından beslenerek, giderek daha saldırganlaştığını zikretmeliyiz. Ayrıca, ara rejim dönem inin ihdas ettiği bu dayatmacı anlayış, hem bu anlayışa taraf olan, hem de karşısında olan fertleri tek tek etkilemekte. İnsanlar böylesi bir ortamda inanmadıkları ve düşünmediklerini söylemekte ve uygun görmedikleri bir biçimde davranmak zorunda kalmaktadırlar. Dayatmanın yanında yer alan bir kısım insan giderek daha agresif hale gelirken, bir kısım insan da dayatmacılara günah çıkarma gayretine düşmekte ve saygınlığını yitirmektedir, insanın özgürlüğünü baskı altına alan böylesi bir ortamda yandaş olmanın da, günah çıkarma çabası içinde olmanın da doğru bir tavır alış olmadığını söylemeliyiz. Yapılması gereken şey insanlığımızı ve insan olmanın en bâriz vasfı ve imtiyazı olan özgürlüğümüzü konjonktürel dalgalanmalara rağmen savunmaktır. Özgürlük en temel insani değerdir. Bu temel değeri herkes için, her dönemde, her konjonktürde savunabilir olmalıyız. Sonuç itibariyle dinimiz açısından yapılması gereken de budur. Allah, üzerinde her türlü tasarrufu yapmaya gücü yeterken, insana inanma ve inanmama özgürlüğünü bahşetmişse, bu özgürlüğü insanın elinden almaya kim senin hakkı yoktur. Ve biz müslümanlar olarak, ilahi mesajla, mesajın muhatabı arasına engel koymamak ve koydurmamakla mükellefiz. Yoksa kimseye zorla kabul ettirmek gibi bir yetkimiz ve görevimiz de yoktur. Devletin görevi de, özgürlükleri kısıtlamak değil, teminat altına almaktır. Ve bu teminat bütün vatandaşlarını kapsamak zorundadır. Bugün hakim cuntanın yaptığı gibi, devletin gücünü ihdas edilmiş bir anlayışın arkasına koyarak, halkın büyük çoğunluğunun karşısında saf tutulmaya çalışılırsa, devlet anlayışıyla bağdaşmayan bir durum ortaya çıkar. Ve devlet bir grubun devleti haline gelir ki, bunun sonucunda toplum sal barış yara alır ve kaos derinleşir. Toplumu böylesi bir bölünmeye ve kaosa sürükleyenleri ise, toplumun ve tarihin acımasız muhasebesinden kimse kurtaramaz. Son olarak şunu belirtmek istiyoruz; hiçbir yönetim ve irade bir toplumu, zulümle ve o topluma rağmen uzun süreli idare edememiştir. Bu kural Türkiye için de geçerlidir. Dolayısıyla Türkiye’nin yönetim eliti, er veya geç halkıyla, tarihiyle, diniyle hâlleşmek zorunda kalacaktır. Bu hâlleşmenin zaman kaybetmeden, acele de etmeden, ama mutlaka özgür bir ortam içinde yapılması gerekmektedir. Bu halleşmeyi yapmadan toplumun tabii gidişine doğal olmayan müdahaleler, sıkıntıyı büyütmekten başka bir sonuç vermeyecektir. Kim hangi dayatma yöntemiyle müdahale ederse etsin, ırmakların denize aktığı gibi, toplum da tabii mecrasına akacaktır. Aslolan budur. Arızi ara dönemler daima geçicidir. Onun için bu konjonktürü ebedi sanmak ciddi bir yanılgıdır. Hele hele bu dayatmacı konjonktüre göre şekil almaya çalışmak, telafisi mümkün olmayan bir ayıp olacaktır. Selamlar