EDİTÖR Ağustos 2015, Sayı:252, Sayfa:1
7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından Türkiye’nin sonuçları öngörülemeyecek alacakaranlık bir gündeme doğru hızla ilerlediğini söyleyebiliriz. Mesele sadece koalisyon görüşmelerinin nasıl neticeleneceğinin ötesine geçmiş bulunmaktadır. İç ve dış politikanın ayrılamayacak derece Türkiye’nin iç güvenliğini ve toplumsal kesimlerini doğrudan etkilemesi milliyetçilikler başta olmak üzere toplumsal fay hatlarını yeniden hareketlendirmiş durumdadır. Bu çerçeveden “Suruç’ta canlı bomba niye patlatıldı?” sorusu üzerinde durmak daha yararlı olabilir. Olay sıcaklığını korurken, Kilis’te meydana gelen saldırı ve Türkiye’nin koalisyon güçlerine dâhil olması, tampon bölge oluşturma teklifinin kabul görmesi meseleyi daha dakarmaşık hale getirdi. Dış politika ve uluslar arası ilişkiler boyutunu bir yana bırakırsak şunları söyleyebiliriz: Taksim kadife darbe sürecini tertipleyen “şer ekseninin”, hoşnutsuzlar cephesini sürekli olarak genişletme stratejisini göz önüne aldığımızda, siyasi iktidarların hamlelerine karşı hamle yapmak üzere daha önceden bazı taktikler ön görülmektedir. Siyasî iktidarların ön görülemeyen taktiklerine karşı da, kısa bir zaman içerisinde hazırlık yapılmakta, farklı taşeron yapılar devreye sokulmaktadır. Bu nedenle Kürt seçmenini AKP’ye karşı daha da tepkili hale getirip HDP’de saflarını sıklaştırmak amacıyla 11 Mayıs 2013 Reyhanlı, Kobani, 5 Haziran 2015 Diyarbakır provokasyonuna benzer bir provokasyon Suruç’ta devreye sokmuş olabilir. 32 kişinin ölmesine, yüzlerce kişinin yaralanmasına sebebiyet veren Suruç provokasyonu IŞİD’e fatura edilmiştir. Irak-Suriye hattında ve özellikle Kobani’de olan olaylardan dolayı IŞİD’e tepkisi olan Kürt halkının, bu olayla beraber tepkisi çok daha fazla artmıştır. Bu olay öteden beri sürekli bir biçimde defansif konuma mahkum edilen İslâmî hassasiyet sahiplerini dahada zor durumda bırakmıştır. Haberlerin ağında, bir taraftan İslâm terörizmin kaynağı gibi gösterilirken diğer taraftan “Gerçek İslâm’ın” terörle ilişkilendirilemeyeceği, İslâm’ın özünde barışçı, hatta hümanist bir din olduğuna yönelik söylemler ısrarla dillendirilmektedir. Müslümanlar dabu bağlam içerisinde, büyük bir telaşla İslâm’ın terör ile ilişkisinin olmadığına yönelik savunular dillendirirken, reaktif bir tutuma, tanımlayıcıların tanımlamalarına vaziyet alışa mahkûm edildiklerini fark etme fırsatı dahi elde edememektedirler. Bu konumlanış, aslında Müslümanların reaktif konumda tutulmalarının politik bir yoludur. Belirlenmişliğin dışında tavır alışı engellemenin yolları ve argümanları oldukça etkin birbiçimde kullanılmaktadır. Tahmin edilebileceği üzere Suruç’taki patlamanın faturasını vakit kaybetmeden AK Parti’ye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a, Türkiye’nin Suriye politikasına çıkaran, ölümleri bu çerçevede araçsallaştıran, malum anlayışın ürünü pek çok yazı kaleme alındı medyada. Bununla birlikte AK Parti ile Cumhurbaşkanı arasında üslup ve tarz bakımından ayrışmanın vuku bulduğu sürekli biçimde işlenip duruyor. Çözüm süreci olarak adlandırılan açılım politikalarını her türlü riski göze alarak başlatan siyasi aktör, olup bitenlerin tek sorumlusu konumuna oturtuluyor. HDP eş başkanlarından Selahattin Demirtaş’ın saldırı sonrasında doğrudan cumhurbaşkanını hedef alan açıklamaları da seçim süreciyle alakalı olsa gerek. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Kırıkkale’de veya meclis başkanlığı hevesi kursağında kalan CHP’li Deniz Baykal’ın açıklamalarında görüldüğü üzere büyük olasılıkla erken/tekrar seçimler geliyor. Türk siyasî hayatının bundan sonra nasıl şekilleneceği aynı zamanda Türkiye ve İslâm ilişkisinden bağımsız olarak ele alınamaz. Son yıllarda seküler Kürt siyasî hareketinin hem içerde hem dışarıda “ılımlı İslâm”ın temsilcisi olarak görülen hükümet karşısında sürekli bir biçimde allanıp pullanması, bununla birlikte İslâm’ın hep kötü ve insanlarda nefret oluşturacak hareketler ve semboller çerçevesinde gündeme getirilmesi sebepsiz değildir. Haberlerin ağında şu ya da bu şekilde İslâmcılık tartışmalarının tekrarlanmasını da göz ardı etmemek lazım. Gelgelelim Türkiye’de İslâmcılık üzerine yapılan tartışmaların kaderi sıradan kariyerizmin ötesine geçemiyor. İslâmcılık tartışması yürütenlerin büyük çoğunluğu varlık sebeplerini İslâmcılık üzerine söyledikleri sözlere bağlamış durumda. Türkiye ile İslâmcılık arasında irtibat kurmayan,kuramayan bu aydın taife, modernizmin aydın icadının tüm özelliklerini göstererek, ülkenin, Müslümanların modernleşme yönünde dönüştürülmesi uğruna sürekli yeni ve köksüz fikirlerin taşıyıcılığını yapmaktadır. 2012 yılında başlayıp gelişen, yine bu sene ortaya çıkan İslâmcılık tartışması, Türkiye’de Müslümanların İslâmî dönüşümü gerçekleştirmesi yönünde tetikleyici fikirler geliştirmekten ziyade her aydın grubunun kendi meşrebi ve şahsi ikbali hatta arafta kalma konumunu muhafaza uğruna savundukları görüşlerin yekûnundan oluşuyor. Kendi grubunu en doğru üzerinde görmek başka bir şeydir, başka bir grubu asla doğru olamaz görmek ise daha başkadır. Hele ki kendi eğilimi dışındakileri tenkide tabi tutarken hiçbir belge, delil veya sağlam örnek göstermeden topluca yargılamak, adeta topunu torbaya doldurupuçurumdan fırlatmak neyin nesidir? İslâmcılık tartışmasının Ramazan ayına denk getirilmesi İslâmcılık meselesinin gerek inanç değerlerini gözeten gerekse yeni ve modern fikirleri yansıtan içerikten yoksun olması, birey ve grup menfaatlerini gözetmeleri İslâmcı yeni kariyeristlerin en büyük malzemesi olduğunuda gösterir. Dolayısıyla bu tartışmaların İslâmcılık düşüncesine, Müslümanlara, Türkiye’nin İslâmî dönüşümüne hiçbir katkısı bulunmuyor. Kariyeristlerin birbirlerini ihbarları, İslâmcılığa zarar verdiği için, “devletin” teklifini kabul eden ya da etmeyen kariyeristlerin yazıları, konuşmaları, matbuat çabalarının sistemi daha da semirttiği en büyük hakikat olarak ortada duruyor. “Devlet” İslâmcılar için hem bir eleştirinin hem degelecek tahayyüllerinin konusu olmuştur. Bu yüzden iyice müptezelleşen tartışma maalesef fikrî bir tartışma olmaktan son derece uzaktır. Müslüman toplumların entelektüelleri, Batının belirlediği kurucu çerçevede meseleyi değerlendirmek, biçimlendirilmiş söylemler ve kavramlaştırmalarla tartışmak suretiyle self-oryantalizasyona mahkûm olmakta ya da en azından böyle bir tuzağa düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktalar. Müslümanlar, ısrarla meseleyi oryantalist konumlandırma ve tanımlama biçimleriyle tartışırken, telaş ve kaygıyla İslâm’ıtemize çıkarmanın gayreti içindeler. Bu tavır, oryantalist kavrayışın kamufle edilişine işlevsel bir katkıdan öte gitmeyecek bir çaba olacaktır. Uyanış ve diriliş hareketlerinin Müslümanları gelecek zamanlara daha dinamik biçimde taşıyabilmesi için özeleştiriden mahrum yürümemesi gerekir. Esasen başlangıçta uyanış hareketleri, zaten bir özeleştiri aktivitesi sonucu doğmuştu. Ne var ki bugün başka her tür kitlesel harekette gözlenebileceği gibi, bu hareketin türlü türevleri arasında da, giderek özeleştiriden uzaklaşma, gruplaşma asabiyeti tehlikesi bazı sinyaller vermektedir. Oysa toplumsal hayat sürekli değişim rüzgârları önünde devinip durmaktadır. Sosyal değişim ve dönüşümlerin nabzını tutamayan toplumlar, tıpkı şimdiki Müslüman toplumlar gibi her tür rüzgâr önünde savrulup dururlar. Değişim ve dönüşüm yine gerçekleşir. Ancak bu sefer kendi iradeleri dışında birilerinin arzuları istikametinde bir değişim yaşanır. Bu da toplumu kendine, gelenekçilerin çokça sevdalı bulundukları köklerine öylesine yabancılaştırır ki bütün bilgi ve birikimleri bir anda kül olup uçuverir.