Editör Nisan 2018, Sayı: 284, Sayfa: 1
Türkiye’de 1980 sonrasında sivil toplum çok tartışılan, lehinde ve aleyhinde pek çok söz sarf edilen kavramlardan biri haline geldi. Bunun yanında İslâmî çerçeveden, sivil toplumun mahiyeti, Cumhuriyet dönemindeki dinamikler, dönüşüm süreçleri vb. bir dizi parametre de değişik dönemlerde ele alındı. Şurası açık ki, 1990’larda genel olarak sivil topluma geçişin Avrupa’da Hıristiyanlığın evriminden bağımsız olmadığı, dolayısıyla cemaatten kopuşu simgelediği üzerinde duruldu. Birliktelik biçimi olarak asırlarca cemaat üzerinden örgütlenmiş olan Hıristiyanların artık sivil topluma avdet etmesinin ciddi bir kırılmaya işaret ettiği, benzeri bir akıbetin Müslümanları da beklediği sıklıkla ifade edildi. Bilhassa 28 Şubat sürecinin akabinde iki binli yılların başlarındaki tartışmalar oldukça hararetliydi. Sivil toplumun köklü seküler geleneği ile İslâm’ın dili arasında sıkışan
cemaatler “kuşdiliyle” konuşmaya mecbur bırakıldı. Başlangıçta dernek/vakıf mevzuatının oldukça geniş faaliyet sahasından
istifade etmek amaçlı kabul edilen bu yaklaşım, şimdilerde din dilinin “sivilleşmesi” sorununu ortaya çıkarmıştır ki, bu sorun
kolay aşılacağa benzememektedir.
Öte yandan Türkiye’de bir fon alma “kültürü”nün oluşmasıyla birlikte özellikle küresel fonların icbar ettiği ilişkiler daima şüpheleri de beraberinde getirmiştir. Ülkemizde bir dönem Alman Vakıfları ile ilgili yürütülen kamusal tartışmalar hâlâ zihinlerde canlılığını korumaktadır. Aradan geçen zaman zarfında siyasi hayatın dalgalı seyrine göre farklı tavır ve tutumların adresi haline gelen sivil toplum kurumlarının kendilerini gözden geçirmelerinin gerekliliği vurgulandı. Günümüzde Türkiye’nin “milli meselesi” olarak İslâm’ın siyasi düzendeki yerinin ne olacağına dair kıran kırana bir mücadele var. Post-Kemalizm’den
proto-Kemalizm’e uzanan mücadele hattında hemen her kurumsal ve fikri cereyan kendi önceliklerinin muhasebesini yapmak durumunda. Bu zaviyeden “İslâmî” STK’ların üyelik ve gönüllülük yapılarından mali yapılarına, insan kaynaklarından kadınların artan etkinliğine, siyasetle ilişkilerinden gençler için bir çekim merkezi olup olmamalarına kadar birçok değişim dinamiğinin masaya yatırılması gerektiği sıklıkla ifade edilmekte.
Esasen STK’lar bazı alanların devlet etkinliği dışına çıkarılmasını sağlamak anlamında siyaseti dönüştürürler, ama kendileri güncel siyaset yapamazlar, mesela kendilerini hükümetin yerine koyamazlar, onunla özdeşleşemezler. Sivil toplum olmak elbette devletin karşısında saf bağlamak değildir, Toplum lehine devlet dışı bir işlevi yerine getirebilmektir. Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının en temel işlevi, genelde maalesef sivil toplum olgusunun temel esprisi, olması gerektiği şekliyle, “iktidar dışı kalmak ve işlere öylece katılmak” değil, temsil etmek ve iktidara ortak olmak şeklinde işlemektedir. Ayrıca STK’lardaki gönüllülük seyri, kâmil gönüllülükten çıkar gönüllülüğüne kadar farklı gönüllülük türlerinin belirli tonlar halinde öne çıktığı
birtakım aşamalardan oluşmakta.
Görünen o ki “İslâmî” STK’ların önemli bir kısmında bir eyyamcılık söz konusu. Bunu faaliyet
alanlarının dönüşümünden, kurumsal dil ve söylemin farklılaşmasından ve devletle ilişkilerin yeni tarzlarından kolayca görebiliyoruz. “İslâmî” STK’lar gittikçe nitelikli yönlerinden ziyade uyuma yaptıkları dostlar alışverişte görsün kabilinden “cilalı imaj” katkılarıyla öne çıkmaktalar. Ayrıca Türkiye’de günden güne teknokratlaşan ve çerçevesi daralan üniversitelerin, akademyanın bile bilgi üretiminde, düşünsel faaliyetler noktasında tartışılması gerekirken düşünceyi üniversiteler kadar
bile merkezine almayan think tankleri düşünce kuruluşu olarak çevirmek düşünceye ve fikrî ameliyeye büyük bir haksızlık
demektir. Bu da büyük oranda bu yapıların filizlendiği siyasal ve toplumsal ortamın bilinmemesi yüzünden sağlıklı karşılaştırmaların
yapılamayışından kaynaklanır. Oysa amaç şahıs, toplum, ümmet ve insanlık için hayırlar vücuda getirilmesidir. Bu tür dernek ve vakıfların amacı siyasal, iktisadi ve toplumsal itibardan daha çok ümmete ve insanlığa dair itibar kazandırmak olmalıdır. Ayrıca STK’ların yönetiminde etkin olan kuşak, kurucu ve yönetici gibi görevler yürütürken bir neslin kendi içinde yaşayabileceği en yoğun değişimlerle karşı karşıya kaldı. Bu kuşak edindiği tecrübeler sonucunda ekonomik gelişme, refah, iktidar, iş dünyası, meslek sahibi olmak gibi hayatla ilgili önemli alanlar hakkında yirmi-otuz yıl öncesine göre daha farklı bir bakışa sahipler. Elbette bunun Türkiye’nin “milli meselesi” olarak İslâm’la irtibatından kaynaklanan daha genel bir dönüşüm süreciyle birlikte ele alınması gerekiyor.
Günümüzde “büyüme ve değişim sürecini yönetmek” gönüllü kuruluşların önündeki en temel yönetim meselelerinden birisi olarak durmaktadır. Bu süreç, önemli olduğu kadar, aynı zamanda yönetilmesi zor bir süreç… Sorunu görmezden gelmek, ihmal etmek veya ertelemek yerine, yüzleşmek ve çözmeye çalışmak ve yeni zemine hazırlık yapmak gerekiyor. STK’ların yeni perspektiflere ve projeksiyonlara ihtiyacı var. Stratejik bir yaklaşım geliştirme ve yeniden yapılanma ihtiyacı açık. STK’ların “kurumsal kapasiteleri” ve bu kuruluşlarda “gönüllü ve profesyonel çalışanların yetkinliklerini artırmaları” öncelikle ele alınması gereken konuların başında gelmektedir. STK’larda gönüllük ruhunu kaybetmeden daha organize, verimli ve sürekliliği sağlamaya yaracak sistemlerin oluşturulması öncelikli bir mesele olarak kendini göstermektedir.
Toplumların taleplerini devlete iletme ve toplumun huzuru ve selameti için adeta devleti denetleme vazifesi olan STK’lar kendi içinde kitleselleşme ve devletleşme yani mekanizmanın bir parçası olma paradoksunu barındırır. STK faaliyetleri ve işleriyle meşgul olan İslâmî oluşumlar; zamanla vakıf ve cemiyetlerin asıl manasını zedelediler. Bununla beraber Türkiye’de sivil toplum kurumları tüm yetersizliklerine rağmen resmi ideolojinin ayrımcılıklara karşı, tabir caizse toplumun kılcal damarları olarak görev yapmakta, az-çok bir esneklik sağlamaktadırlar. Dolayısıyla İslâmî kesimin yapı ve oluşumları her ne kadar kanun veya yönetmelik açısından STK olarak isimlendirilse de dindar kişilerden oluşan bu yapılar, kendilerini vakıf olarak görmelidir ve vakıf bilinciyle hareket etmelidirler. Profesyonelleşme ve kurumsallaşma dalgası içerisinde amaçlarından saptıklarını düşünen sivil toplum kuruluşlarının yapması gereken, tekrar kurucu değerlerine dönmeleridir.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle
Umran