İradeler Savaşı -Küresel Ekonomik İstisna Hali, Yeniden Tanzim ve Türkiye-

 

         Editör                                    Eylül 2018, Sayı: 289, Sayfa: 1                                                                                                           Donald Trump yönetimi sonrası ABD politikaları, ABD’nin savunmadan saldırı durumuna geçmiş izlenimi vermeye başlamıştır. Trump, dünya ticari düzeni açısından istisnayı tek taraflı olarak belirleyen bir egemen konumunda. Güç dili ile konuşan Trump kabadayı edasıyla “güçlü olan benim ve kuralları da ben koyuyorum” diyerek, hukuki dayanağı olmayan ek vergiler ile hukuku askıya almakta ve hukukun olmadığı bir belirsizlik mıntıkası üretmektedir. Böylece Batı içi ilişkiler başta olmak üzere yeni bir düzen talebini destursuz bir biçimde dile getirmektedir.

Trump’ın “Make America Great Again” sloganı öncelikle, ticari
olarak her geçen gün düşük duruma gelen, işsizlik oranları artan, ekonomisi stagflasyona girme tehdidiyle karşı karşıya ABD’yi
yeniden ekonomik olarak güçlü bir ülke haline getirmeyi hedefliyordu.
Bilindiği üzere dünyanın çoğu dolarla borç alıyor ya da ABD hükümetine ve ABD şirketlerine dolar olarak borç veriyor. Faiz
oranlarındaki bir yükseliş, ABD’ye para akıtılmasını teşvik ederek, doların diğer ülkelere göre yukarı doğru itilmesini sağlayacaktır.
FED’in fon oranındaki artış, borçlanma maliyetini de artıracaktır. ABD şu anda gelişmekte olan ekonomilerin borç krizini derinleştirmekte, ekonomilerini yavaşlatmakta ve doları çekmek suretiyle bu ülkelere dönük para akışını keserek ekonomilerin motorunun yağsız kalmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla küresel ekonomik istisna halini ekonomik bir Guantanamo’ya çevirmeye yönelik siyaset ekonomik bir faşizm içeriyor. Neoliberal hegemonya siyasetinin şiddet içeren boyutunun en çıplak hali ile dışavurumu olan bu siyaset geniş çaplı bir savaş durumuna doğru ilerlemeye yönelik olduğu için de dünya için gerçek bir tehdit!

Bununla beraber ABD’nin hâlihazırdaki mücadelesini salt ekonomik bir mücadele görmek yerine küresel çapta bir güç mücadelesinin
tezahürleri olarak değerlendirmek daha yerinde bir bakış olacaktır. Türkiye ile ABD arasında sert siyasi ve ekonomik bir çatışma var. Bu çatışmada ABD Başkanı Donald Trump en iyi bildiği tek dil olan para ve ekonomi dilini kullandı. Siyasi ve ekonomik çatışmanın adresi, 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili davalarla suçlanması sebebiyle tutuklu bulunan Amerikalı rahip Andrew Brunson. Ancak Brunson’ı bırakmadığı için Türkiye’ye yönelik yeni ekonomik yaptırımlar getirilirse, içeride ve Suriye’de terörist ve ayrılıkçı Kürt grupları silahlandırılarak ve mali destek verilerek etkin hale getirilirse sürpriz olmayacaktır. ABD’nin,
Körfez ülkelerine Suriye’nin kuzey doğusundaki Kürt bölgelerini desteklemeleri için 150 milyon dolar göndermeleri çağrısı bu
çerçevedeki önemli girişimlerden biridir.

Türkiye’nin ABD ile ilişkilerde yakın geçmişe kıyasla belirgin biçimde değişen, dönüşen pozisyonu olduğu söylenebilir. Nitekim ABD’nin PYD/PKK’ya Suriye’de ilk destek vermeye başladığı dönemler esas alınırsa Türkiye-ABD ilişkilerinin yaklaşık son beş yıldır ikili ilişkiler düzelmek bir yana her geçen gün daha da gerilediğini söylemek mümkün. Öyle ki ABD 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra ilk defa Türkiye’ye yaptırım uygulamaya başlamıştır. ABD Büyükelçiliği, “Bir ABD’li yetkilinin yaptığı doların 7 lira olacağı tahminini” yalanlayan bir açıklama yapmıştı. Bu aslında diplomatik dille yapılan bir tehdit sinyaliydi. Nitekim ABD, dolar gücüne dayanarak Türkiye’ye karşı akıl dışı bir saldırıya geçti ve Türkiye’ye karşı uyguladığı yaptırımlar, Türk Lirası’nın çökmesine neden oldu. Bu durum esasında çatışmanın özü itibariyle rahip davasından daha derinlerde olduğunu da gösterir. Çekişme, Türkiye’nin doğuda, Afrika, Asya, Körfez ve ABD’nin siyasi ve
ekonomik klasik nüfuz bölgeleriyle ilgilidir. Zira Türkiye şu an Afrika, Asya ve Arap Körfez bölgesinde oldukça güçlü ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri ilişkiler ağı kuruyor.

Şurası açık ki, Türkiye ile ABD arasında yaşananlar sadece Türkiye’nin iç meselesi değildir. Aynı zamanda İslâm dünyasını da içeren birinci dereceden bir iradeler savaşıdır. ABD’nin başını çektiği tek kutuplu
uluslararası sistem, ABD’nin eski etkinliğini ve aktörlüğünü gün geçtikçe kaybettiği ve yeni güç merkezlerinin ortaya çıktığı çok kutuplu şeklinde nitelenebilecek yeni bir düzene doğru yol almaya başlamıştır. Bu sürecin sonunda dünya yeniden şekillenebilir belki ama sürecin ilk elde Batı içi ilişkilerin yeniden tanzimi meselesi olduğunu atlamamak lazım.

Çin, Rusya, İran ve Türkiye gibi aktörler önemli aşama kaydetmişler, uluslararası gelişmelerde ve politikalarda etkin bir konuma gelmiştirler. Ne var ki Amerikan’ın yaptırım uyguladığı ülkelerden Çin haricinde Rusya dâhil diğer ülkelerin gelişmişlik bakımından ABD’yi yakalaması pek de gerçekçi bir beklenti değildir, dahası yeni gelişen güç odaklarının küresel bir aktörlüğe, ekonomiden insan kaynağına, tecrübeden teknolojiye değin bir dizi alanda ne denli hazır oldukları da hayli tartışmalıdır. Bu sebeple tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçiş sürecinin kısa vadeden ziyade ancak orta yahut uzun vadede gerçekleşmesinin mümkün olabileceği, bu sürecin de ciddi mücadelelere sahne olacağı ve sürecin bir hayli sıkıntılı geçeceği beklentisi, gerçekleşmesi yüksek ihtimal olan bir gelecek öngörüsü olarak dile getirilebilir.

Türkiye olarak, kapitalist sistemin tüketim toplumu haline getirdiği, ithalata alıştırılmış bir ülke olarak hayli zamandır imkânlarımızın ötesinde yaşamaya alıştırıldık. Zaten kıt olan, borç harç temin edilmiş kaynakları Ar-Ge’ye, teknolojiye, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesine yatırmak yerine, tüketime, inşaata, harcayarak adeta hormonlu büyüdük ve bununla övündük. Büyüme rakamlarını yüksek göstermek için harcadıkça harcadık. Şu an yaşanan sıkıntının sebebi budur. Bir taraftan büyümesi hızlanmış, diğer taraftan işsizliği artmış bir ekonomiyi dünyanın başka bir yerinde göremezsiniz. Eğer güçlü ve üretken bir ekonominiz ile kasanızda yeterli döviziniz varsa, kur artışlarını hasarsız atlatabilir, Atlantik ötesi hegemonların bir sözüyle/tweetiyle paranız aşırı ölçüde değer kaybetmezdi. Güçlü olan, kendi üretimi ile yetinen, ithalat bağımlısı olmayan, ihracatı ithalatını
karşılayan ve iyi yönetilen ekonomiler dış müdahaleler karşısında bu kadar sarsılmaz. Cari açığınız yok ise, reel sektöre dayalı olarak artmış bir milli geliriniz var ise kimse sizinle bu kadar oynayamaz.

Yaşadığımız süreç, kendimizin olmayan bir parayı piyasaya pompalayarak ekonomiyi canlı tutmaya çalışmanın uzun vadede fayda vermediğini göstermiştir. Türkiye’de finansal sistem hâlihazırda uygulanmakta olan sermaye serbestisi ve dalgalı-müdahaleli kur rejimi altında tam olarak enflasyon-faizdöviz-kuru üçlü açmazına mahkûm kalmış durumdadır. Türkiye’nin çok yönlü dış politika hamleleri ve stratejik girişimlerine karşı çeşitli bahanelere yaslanan maksatlı bir yıldırma ve teslim alma operasyonunun bertaraf edilebilmesi ancak yeniden “sistemde bir yanlışlık var mı, yok mu?” diye düşünmeye
ve bu sistemden kurtulmanın çarelerini aramaya yönelmekle gerçekleşebilir.

Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.

Umran


  • Sayı: 364
  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353