319. Sayı Çıktı!

 

DÜNYA DÜZENİNİN KRİZİ
-Güvencesizlik, Karışıklık Çağı ve Dijital Mahkûmiyet-
Yaşadığımız salgın süreci egemen güçlerin güdümündeki küresel dünya sisteminin kırılganlığını ve güçlü bir bağışıklık sistemine
sahip olmadığını gösterdi. Dünya, büyük buhrandan beri yaşanan en büyük ekonomik krizin eşiğindedir artık. Salgının
küresel ekonomiye verdiği şok etkisi, 2008 küresel finansal krizinden ve hatta 1929 Büyük Buhranından daha hızlı ve daha
şiddetli!
Tam da bu zamana denk düşen ABD başkanlık seçimlerinin ardından yaşananlar “küresel değerler” diye pazarlanan kavramların
da tartışmaya açılmasına yol açtı. Hiç şüphesiz yeryüzünün herhangi bir ülkesi gibi, ABD’nin dünya toplumlarına
mükemmel demokratik liberal dünya düzeni sunmak gibi bir iddiası olmasaydı, üzerinde bu kadar durulmayabilir ve hatta
acınabilirdi. Ama 1992’den itibaren Ortadoğu’yu, demokrasiyi getirme iddiasıyla kan gölüne döndüren ABD için durum farklıdır
ve hatta Roger Garaudy’nin dediği gibi çöken sadece ABD değil, bütün bir Batının küresel değerleridir, Avrupa da ondan
farklı değildir.
Görevi devralan Biden yönetimi büyük ihtimalle Trump yönetimi gibi “iç politika odaklı”, dış politikayı ziyadesiyle göz
ardı eden bir görüntü vermek istemeyecek, bu sebeple de dış politikada mümkün olduğunca “etkin bir ABD” oluşturmaya
çalışacak. Ancak öncelik iç politika olacağı için Biden yönetiminin dış politikada bu etkinliği tek başına sağlaması şu şartlar
altında hayli zor gözükmektedir. Teknoloji, yatırım ve finans konusunda ABD ve Çin arasındaki ekonomik, siyasi ve askerî
mücadele yeni bir soğuk savaşın sinyallerini veriyor. Hegemonya yarışında diğer bir mesele de hâkim paranın nasıl olacağı
konusudur. Hâlen dünya üzerinde rezerv para olan ABD dolarının hâkimiyetini kırmak için, Çin dijital para alternatifleri üzerine
çalışmakta, diğer ülkelerle birlikte yeni bir para sistemi arayışı içine girmektedir.
Bilindiği üzere “küresel değerler”, bir yerden çıkıp dünya ölçeğinde yaygınlaşan değerlerdir. Demokrasi, insan hakları vb.
küresel değerlerdir. Ne kadar yaygınlaşırsa yaygınlaşsın küresel değerler asla evrensel değerler olamazlar. Çünkü bir kültür
dünyasında, belli bir toplum kesitinde oluştuğu için o toplumların çıkarına işler. Kültürel hegemoni ortamlarında diğer toplumlar
o değerleri içselleştirip herkes için gerekli objektif değerler olarak genelleştirmeye çalışırlar.
Şimdilerde dökülüp gitmekte olan küresel değerler, sahilde, önce kumdan kuleler yapan sonra da onları zevkle yıkan çocuklar
gibi bizzat sahipleri tarafından alaşağı edilmektedirler. Durumu gören Batılı aydınlar, çoğu postmodern çizgide kahırlı
bazı eleştirilerde bulunmuyor değiller ama onların yerine sağlıklı bir ikamede de bulunamamaktadırlar. Ne yazık ki Batı dışı
toplumların aydınları bunlar tartışmayı aklına bile getirmeden bu standartlara omuz vermekte ve küresel ezberleri ayakta
tutmaya çalışmaktadırlar. Zaten bu yüzden hayli statik, ezbere dayalı ve aynılaşmış bir zihniyet haritası söz konusu.
Çoğu zaman farkında değiliz ama süreç, eşref-i mahlûkat olan insanı kışkırtılmış nefsinin kölesi hâline getirerek, aşağının
bayağısı bir konuma razı etmeye çalışmaktadır. İnsanlık, endüstriyel gereklilikler, kârlılık hesapları, zihinsel kontrol mekanizmalarının
çalışma yöntemleri öyle gerektirdiği için ortalama kanaatlere, zihinsel yönlendirmelere ve vasata teslimiyete zorlanmaktadır.
Tüketimi bir asalet nişanesi diye takdim eden kapitalizm, tamahkârlığı muteber bir haslet hâline getirmektedir.
Artık çok kolay bir şekilde sevk ve idare edilen, manipülasyona açık, kontrol ve denetim mahkûmu ‘kalabalıklara’ dönüştük.
Neyi güzel, neyi iyi, neyi heyecan verici, neyi vazgeçilmez gördüğümüz konusunda insanca bir derinliğe pek sahip değiliz.
Popüler kültür vasıtasıyla insana, “ait olacağı” sanal bir dünya sunulmakta ve nihayetinde yapay mutluluklar ile insanın varoluşsal
sorunlarının çözüleceği yanılgısı oluşturulmaktadır.
Dijitalleşmeyle birlikte dijital teknolojiler, tarihte hiçbir devlet gücünün sahip olmadığı bir biçimde sonsuz olanak veri
sunup ajanlık yapabilir. Nitekim eski bir ajan olan Snowden’ın sızdırdığı bilgilerin yanı sıra verilerin ticari sektörlere aktarılması
veya satılması insan mahremiyeti açısından kaygı vericidir! Toplumlar, gözetlenen toplumdan daha çok verileri toplanan,
bu veriler yoluyla denetlenen ve yönetilen topluma doğru evrildi. İnsanoğlu, kendisinin gözetlenip gözetlenmediğinden ve
kendisi hakkında verilerin toplanıp toplanmadığından emin olmadığı gibi bu verilerin toplanmasıyla kendisi hakkında ne yapılacağını
bilmeyen dijital mahkûmlar veya köleler hâline gelmiş durumda.
Dijital izler taşıyan internet dünyasında büyük şirketler; verileri kullanarak insanın tüketim zeminini ele geçirmek suretiyle
neyi tüketeceğini bilen ve bireylere neyi tüketmesi gerektiğini dikte eden ticari mantığa sahiptir. Yeni siyasal yapılar
inşa etmek isteyenlerin suiistimaline açık dijital içerik yüklenen bir âlem söz konusu. Böylelikle kitlesel gözetimlerin yapılabildiği
ve elde edilen verilerin ekonomik yapılar tarafından, maddi kazançlarını daha da artırmak için kullanılması söz konusu.
Bununla beraber küresel değerlerin çöküşü, inandığımız yüksek değerlerin kendiliğinden yükselişi anlamına gelmez; özel
olarak ortaya konulmaları gerekir. Hem içi boşalmış küresel değerlerin eleştirisini yapabilmeli hem de köreltilmiş yüksek değerlerin
nasıl inşa edileceğini bilmeliyiz. Bu bağlamda siyaset, kapitalizmin “tüketimin asaleti” anlayışına teslim olmamalı ve
bu anlayışı yerle bir edecek adımları atma cesaretini gösterebilmelidir! Akli ve ahlaki olgunluk çabası üzerine kurulu yönüyle
siyaset, maruf olanı egemen kılmak, fahşa ve münkeri mağlup etmek, fısk ve fücûrun, tuğyân ve nifâkın yerine adalet ve
merhameti, kıst ve isârı, ilim ve hikmeti ikame etmek azmiyle hareket etmelidir. Hayatı bu kısır döngünün ellerine bırakmamanın
yolu da buradan geçer.
Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle…
Umran

 

                                   İSTİKLÂL/İSTİKBÂL MÜCADELESİ                                       -Millî Mücadele, Müstesnâ Şair ve Kuşatmalar-


       Editör                                     Mart 2021, Sayı: 319, Sayfa: 1

Türkiye uzun zamandır bir tarih dönümü yaşıyor, hâliyle bu durum eskinin tümüyle ortadan kalkamadığı, yeninin ise tam manasıyla kurulamadığı bir patinaj durumunu beraberinde getiriyor. Türkiye’nin düzeninin ne/nasıl olması gerektiğini yüzyıl içinde çok tartıştık, böyle giderse daha çok tartışacağız. Bu açıdan İstiklâl Harbi’nin yüzüncü yılının ardından İstiklal Marşı’nın kabulüne giden sürecin ve sonrasının konuşulması lazım… Asırlarca İslâm’la iç içe yaşamış bu coğrafyada İslâmcılığın dışındaki ideolojilerin direniş örgütleme becerileri, ufukları ve heyecanları yoktu. Bu nedenle İstiklâl Harbi’nin İstiklâl Marşı’nın ideolojisiyle kazanıldığı ayan beyan ortadadır. Bu süreçte Mehmet Âkif’in de içinde olduğu İslâmcı kanat hayli merkezî bir rol oynadı. Direniş zafere ulaştıktan sonra ihdas edilen Birinci Meclis’te İslâmcı damar güçlüydü.

Tarihin bir olaylar geçidi değil, bitip tükenmeyen yorumlar olduğunu dikkate alırsak Türkiye’nin yeni bir kuşatmayla karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Şu günlerde tekrar gündeme gelen anayasa tartışmaları bağlamında 1921 ve 1924 anayasalarının hatırlanması sadece tarihî bir değerlendirme olmayacak, geçmişin ışığında şimdiyi muhasebe etme imkânı ve geleceğin şekillenmesine katkı sunacaktır. Dolayısıyla bunun öncesinde İstiklâl ve İstikbâl şairi olmanın yanında umut şairi vasfıyla öne çıkan Mehmet Âkif’i yeniden okumak gerekmektedir. Belki şairin dediği gibi “İstiklâl Marşı’ndan yeni bir anayasa çıkabilir.” Bu bir açıklama olmanın ötesinde bir ümittir. İstiklâl Marşı’nın doğmasına sebep olan ruhu Âkif’in gündeme getirdiği Asımın Nesli üzerinden daha iyi kavrayabiliriz. Bu nesil, ülkesi düşmanlar tarafından işgal edilmiş, büyük savaşlar ve yıkımlar -Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşları, Millî Mücadele- yaşamış olan ve tekrar ayağa kalması için bir milletin ihtiyaç duyduğu nesildir. Bu nesil ülkeyi yeniden imar edecek, ayaklar altındaki insanlık onurunu yeniden hak ettiği yere yüceltecek ideal gençlik şeklinde konumlandırılır.

Millî Mücadele’deki çabaları başta olmak üzere çalışmalarıyla toplumsal hafızada müstesnâ bir yer edinen Mehmet Âkif resmî söylemde üstü örtülen, suskunlukla geçiştirilen bir portreydi. Aslında İstiklâl Marşı’nın yazılmasıyla başlayan hayat tek parti devrinden itibaren kademe kademe, adım adım bu ülkenin esasını teşkil eden Millet-i İslâm’ın elinden alındı ve bu milletin kendi hayatını, kendi hayat imkânlarını kullanması merhale merhale yok edildi. Sonraki yıllarda 28 Şubat Darbesi sürecinde de ortaya çıktığı üzere Kemalist kesimler, İslâmcı olduğu için Âkif’le bir türlü barışamadı… Cumhuriyet aydınlanmasının mimarları tarafından büyük şaire reva görülen utanç verici muameleyi de eklersek, bu kesimlerin Âkif’e mesafesi daha iyi anlaşılabilir. İstiklâl Marşı’nın, ruhundan uzak bir besteyle söylenmeye devam edilmesinin bunun bir parçasını teşkil ettiği bile düşünülebilir.

Fikriyatının ve hissiyatının kaynağı hıfzettiği İlahi Kelam olması itibariyle Mehmet Âkif, aynı zamanda Kur’ân şairidir de… Onun amacı ve çabası, birçok düşünürün bilerek veya bilmeyerek yaptığı gibi, Batı’nın bilim ve teknolojinin arkasına gizlenmiş zihniyet ve hayat tarzını doğrudan veya dolaylı bir şekilde meşrulaştırmak değil, Müslüman kitleleri öncelikle doğruya yani İslâm’ın esaslarına çağırmaktır. Kaldı ki Mehmet Âkif kendisiyle özdeşleşen Sırât-ı Müstakim ve Sebîlürreşâd dergilerindeki metinleri başta olmak üzere yazıp söylediklerinde, olguları sorgulama cesaretini öncelikle Kur’ân’dan alır ve bunu etrafındakilere de aktarır. İlkeleri üzerinden gerçekliği kavrayan bir şair ve eylem insanı Âkif bütün hayatıyla bir İslâmcı portresi çizer. Çöküş yıllarının zemininde, İslâmî ilkeler üzerinden tazelenmiş bir söylem hattı geliştirmenin çabasını sergiledi “Bülbül”ün şairi. Hep sözünü ettiğimiz “yol” onun hakikatiydi.

Mehmet Âkif’in yakın dostlarından Said Halim Paşa’nın eserleri arasında yer alan İslamlaşmak bu hususta daha geniş malumat verecektir. Onların arzusu, asırların birikimi bir kirlenmenin, Müslümanlar tarafından tashihi maksadıyla ana kaynağa dönmekten ibarettir. Bu ise bir tecdid faaliyetidir. Daha önceki asırlarda Müslüman âlimler ve mütefekkirler, Kur’ân’dan ilham alarak İslâm’ı kendi çağlarının idrakine nasıl söyletmişler ise bu asırda da yapılması gereken işte budur. Zira önceki çağların idrakiyle düşünerek bu asrın insanına yol gösterilemez; o takdirde din, “ölüler dini” hâline gelir. Oysa “diri doğmuş, diri yaşamış ve diri yaşayacak” olan bu hayat dini her çağın ihtiyacına cevap verir.

Günümüzde, kötülüğün engelle karşılaşması, hayrın önünün açılması için Mehmet Âkif’i ve fikriyatını gündeme taşımaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Böylece İslâmcılığın dinamik doğasıyla bugünün zihinleri arasında irtibat kurulmuş olacaktır. İslâmcılığın alâmeti farikası, vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham alan ve hem geçmişi hem de yaşadığı çağı bu ilhamdan edindiği ufuk, bilinç, irfan ve hikmet ile anlamaya/anlamlandırmaya ve tanımlamaya çabalayan soylu bir mücadeledir. Bunu gösterecek bir konumu benimsememiz lazım.

Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle…

                                                                                        Umran


  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353
  • Sayı: 352
  • Sayı: 351
  • Sayı: 350
  • Sayı: 349
  • Sayı: 348