UMRAN Kasım-Aralık 1992, Sayı:10, Sayfa:1
Selamünaleyküm, Geçtiğimiz aylar "İslâmî fundamentalizm tehlikesi"(!) bir anda gündemin birinci maddesi haline geliverdi. Daha doğrusu, gerici lâik entegrist çevreler, 1 Kasım seçimlerindeki RP'nin olağanüstü başarısını ve Köln'de ilan edilen Federal İslâm Devleti ile ilgili haberleri bahane edip ortalığı velveleye verdiler. "Şeriat geliyor" "gericilik hortluyor", "lâiklik elden gidiyor" gibi naftalin kokan basmakalıp sloganlara ek olarak yeni teraneler de ortaya attılar: "Türkiye bir Cezayir olamazdı", "kara sesler susturulmalıydı", "fundamentalizme geçit verilmemeliydi" vs., vs. Bazı yazarlar ve yorumcular, İslâm'a giderek artan ilgiyi ve bu bağlamda RP'nin zaferini değerlendirirken ilginç sonuçlara ulaşıyorlardı: "Aslında bu olay, halkın canına tak eden adaletsizliğe, yolsuzluğa, vurguna, rüşvete, fuhşa ve çirkef TV yayınlarına karşı bir tepki idi. Mevcut siyasal rejimin tıkandığını ve her alanda iflas ettiğini gören çâresiz halk kitleleri, karşılarında tek alternatif olarak islâm'ı ve şeriatçılan bulmuşlardı... "Bu tür yaklaşımlar bir ölçüde saygıyla karşılanabilirdi. Ancak, özellikle lâik tutucu çevrelerin, pireyi deve yaparak kopardıkları gürültü ve örneğin, her yıl mutad olarak kutlanan ve giderek sıkıcı hale gelen 10 Kasım törenlerini adeta "anti-islamist" gösteriler zincirine dönüştürmeleri hayli düşündürücüydü. Bunlara göre; "Kara günler kapıdaydı. Devlet, millet elden gidiyordu. Ülkeyi korkunç günler bekliyordu. Fundemantalizm üzerimize bir kâbus gibi çökebilir, ufuklarımız kararabilirdi. Lâikliğe, Kemâlizme sahip çıkılmalıydı. Bu kara tehlikeye karşı demokratik, anti-demokratikher türlü önlem alınmalı, halk aydınlatılmalı, bilinçlendirilmen, gerekirse rejimin bekçileri harekete geçirilmeliydi... "Doğrusu bu durum, kendilerini lâik, demokrat, çağdaş, özgürlükçü gibi sıfatlarla niteleyenlerin ne kadar dogmatik, totaliter, entegrist ve çağdışı olduğunu isbat ediyordu. Öyle anlaşılıyorki, lâik bağnazlann İslâm'a ve müslümanlara yönelik bu tür kampanyaları sürecektir. O halde, bu gelişmeler karşısında müslümanlara düşen nedir, ne olmalıdır? Öncelikle; aklı başında ve ayakları yere basan bir durum değerlendirmesi yapılmalıdır: İslâm'a giderek artan ilginin boyutları, dinamikleri ve temel sebepleri nelerdir? İslâmcı kurum ve yapılar, halkın İslâm'a olan açlığını gidermeye yetecek olgunluğa ve birikime ulaşmışlar mıdır? Dahası, müslümanlar, Türkiye'nin kangren hale gelmiş yığınla probleminin üstesinden gelebilecek alternatif projelere ve çözüm önerilerine sahip midirler? Bu ve benzeri sorulara gerçekçi cevaplar vermeliyiz. "Kurtuluş İslâm'da", "Huzur islâm'da" gibi sloganlann modalaştığı, İslâm'ın, yıllar belki de asırlar sonra yeniden kitlelerin umudu haline geldiği bir dönemde, insanları sükût-u hayâle uğratacak aceleci heveslere kapılmamalıyız. İkinci olarak; İslâmî anlayış, davranış, davet ve söylem biçimlerimizin Kur'ân'a göre ciddî ve akılcı bir sağlamasını yapmalıyız. Örneğin; inandığımız ve söylediğimiz şeylerle davranışlarımız ve uygulamalarımız arasındaki çelişkiye son vermeliyiz (2/44). Ahit, akit ve antlaşmalarımıza sadık kalmalı, vefalı olmalıyız (16/91-96). Adil olmalı, adaletle muamele yapmalıyız (5/8). Özellikle inanmayanlara karşı taşkınlık ve adaletsizlik yapmamalıyız (60/8-9). İslâm düşmanlarının aşırı ve haksız davranışlarına ve sataşmalarına karşı aynı üslûpla değil, müslümana yakışan bir vakar ve üslûpla cevap vermeliyiz (20/43,44). Alay, sövgü, hakaret ve kabalıktan sakınmalıyız (14/24-26). Kötülükleri iyilikle savabilmeliyiz (41/33-36). Affedici ve bağışlayıcı olabilmeliyiz (42/36-37). Son olarak da; Kur'ânî temele dayalı örnek bir İslâmî yaşama modeli kurmalıyız. İnsanlara lafla ve sloganla değil, model alınabilecek kişiliklerimiz ve yapılanmalarımızla İslâm'ı sunabilmeliyiz. Şuayb aleyhisselamın dediği gibi: "Ben size men ettiğim şeyleri kendim yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Sadece gücümün yettiği kadar sizi ıslah etmek istiyorum. Başarım ancak Allah'ın yardımıyladır. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na yönelirim." (11/88)