Küreselleşmeye Ne Oldu? -Güç Dengeleri, Ulus Devlet ve Ticaret Savaşları-

 

Editör                             Ekim 2019, Sayı: 302, Sayfa: 1 

Soğuk Savaşın ardından küresellik ve ondan türetilen kavramlar üzerinde çok duruldu ve neredeyse hiçbir şey ifade etmeyecek kadar tüketildi. Ne var ki bir klişe olarak kullanılmaya devam edilmekte. Bu durumda kavramı kullanacaksak ezberin ötesinde bir şeyler söylemek gerekiyor. Küreselleşme karşılıklı olarak alıp vermeyi, sürece katılan unsurların birbirlerinden az veya çok etkilenmesini ifade etmektedir. Hâlbuki bir küreselleştiren etkin failler, bir de edilgin küreselleşenler vardır. Başka bir ifadeyle burada her hâliyle sürece karşılıklı bir katkı
veya katılım söz konusu değildir. Bir kere zorbalığa dayalı yaptırımlar buna engeldir. Bu durum pek çok toplumu etkilemektedir. Mesela İran’a yapılan ambargo sınır komşusu Türkiye’yi doğrudan ve derinden etkilemektedir.

Öte yandan küreselleşme sürecine eklemlenmiş hareketli, geçirgen, zevkleri gelişmiş bir yüksek sınıfla refah devleti siyasetinin çökmesinin neticesi bu olgunun altında kalmış insanlar arasında yükselen koca bir duvarın altındakilerin kendi sırtlarına basan kozmopolit elitlere duyduğu kızgınlık popülizmle gün yüzüne çıkıyor. Batılı ülkelerde popülizm ve radikal sağ olarak yeni faşizm Avrupa merkezcilik temelli, yeni oryantalizmden beslenen ve yabancı düşmanlığını dinselleştiren bir pozisyon içindeler. Eski faşizmlerle aralarında en temel fark da burada. İkincisi eski faşizm büyük oranda tekelci sermayenin desteğini sağlamıştı, yeni faşizm ise bundan yoksun, daha çok yeni ekonominin, küreselleşmenin sarstığı eski kapitalizmler ve en çok da orta sınıfların desteği ile yükselişteler.

Günümüz yeni faşizmi olarak tezahür eden sağ popülizm de ulus ötesi kapitalizmin krizinden doğdu ve ulus ötesi kapitalizmin sindirmek istediği ve önemli ölçüde de pasifize ederek epeyi bir aşındırdığı ulus devletin tarih sahnesine tekrar çıkmasını sağladı. Popülizm, milliyetçilik denen ideoloji için bir tür ikinci bahar sağladı, çünkü hâlihazırda sahnede duran sağ popülist liderlerin hemen hepsi de milliyetçi söylemlerle ulus devleti tahkim ediyor.

Genelde denge, güç vb. gibi değişik nitelemelerle sıkça kullanılan ‘küresel’ kavramı siyasal bir anlam taşımaktadır. Öyle ki kimin, neyi, nasıl ve niçin küreselleştirdiği sorgulanmaksızın, küreselleşen bir dünyada bulunduğumuz ve bunu göz önünde bulundurarak hareket etmemiz gerektiği bize sık sık hatırlatılmaktadır. Aslında dünya sisteminin yaşadığı krizlerin, iktisadi, siyasi aksta çok ciddi kırılmalara geçişinin hemen tek nedeni, sermayenin ve küresel şirketlerin, kâr temerküzünü artırma isteğinin, sınırsız genişlemesinin, yüksek büyümesinin önündeki ulus devlet engellerini kaldırmak ile sermayeyi ve küresel şirketleri ulus devletlere tabi kılma, zararı üstlenen ulus devletlerin kâra ortak olma isteğinden kaynaklanıyor.

Gelinen noktada ulus devletler küresel şirketlerin kazançlarını sadece kendilerine ayırmalarının önüne geçmeye çalışıyor. ABD Başkanı Trump’ın 2018 yılında alüminyum ve çelik başta olmak üzere pek çok kalemde ek vergiler getirmesi ile başlayan ve Çin’in karşılık vermesi ile devam eden “ticaret savaşları”, günümüz küresel güç mücadelesinin en somut ve canlı örneği olarak karşımızda durmaktadır. ABD’nin mevcut dışlayıcı politikalarında ısrar etmesi durumunda, yakın gelecekte olmasa da orta ve uzun vadede ‘küresel kaos’un süreklilik içeren bir
hâle bürüneceğini öngörmek zor değildir. Bu durumda küresel sistemin ülkeleri birbirine bağımlı kılan yapısında gevşemeler görülecek, egemen devlet sınırları daha belirgin hâle gelecektir. Nihayetinde, bu istikrarsızlığın tüm ülkelerin sosyoekonomik sıhhatini tehdit eden kuralsız bir “ekonomik soğuk savaş” hâlini alması muhtemeldir.

Barış, güvenlik ve ekonomik gelişme modeli olan küreselleşmeyi dünyaya yayma iddiasını taşıyan AB ve ABD’nin tavır ve uygulamalarına bakıldığında söz konusu olan bu kavramları yalnızca kendi coğrafyası ve halkları için kullandıkları aşikârdır. Bu bakımdan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşma İslâm dünyasının ve ezilenlerin duygularına tercüman olması bakımından oldukça önemlidir! Hiç şüphesiz, Türkiye’nin sağlam ve güçlü olması İslâm ülkelerinin de geleceğini ve istikrarını da belirleyecektir. Aksi takdirde İsrail ve ABD’ye eklemlenmiş, adeta uşaklık yapma çabası içerisinde olan, başını Suudi Arabistan’ın çektiği Körfez ülkeleri İslâm dünyasını daha da berbat hâle getirecek işler yapmaya meyillidir.

Ortadoğu’da küreselleşmenin nasıl bir etki yaptığı ve bundan sonraki süreçte nereye doğru evirileceği gibi yakıcı sorular cevap bekliyor. Ağırlıklı olarak Müslümanların yaşadığı bu coğrafyada artık rutinleşmiş kaosun sebebi yalnızca petrol ve doğalgaz değildir elbette. Şimdilerde bloklara sahip bir küresel düzen varmış gibi gözüküyorsa da, ideolojisi olan ve insanlığa kan kusturup onu hizaya sokmaya çalışan tek bir blok ve tek bir ideoloji vardır. Birer buçuk milyondan fazla nüfusları ve taşıdıkları güçle dünyanın yarısını oluşturan Çin ve Hindistan ve hatta Rusya dünyanın asıl küresel gücü karşısında küresel bir denge sağlayacak bir küresel güç değildirler. Çünkü Batı bloğundan farklı bir ideolojiye, bir iddiaya, bir dünya görüşüne, etik değerlere sahip değildirler. İşte tam da bu noktada dünya sistemine tek alternatif olabilecek İslâm’ın dirilişinden ve müslümanların başkaldırmasından
tedirginlik duymaktadır yeryüzünün hegemonik güçleri. Ve gücünü Müslümanlar üzerinde göstermektedirler.

Yeni sayımızda buluşmak temennisiyle.
                                                             Umran


  • Sayı: 363
  • Sayı: 362
  • Sayı: 361
  • Sayı: 360
  • Sayı: 359
  • Sayı: 358
  • Sayı: 357
  • Sayı: 356
  • Sayı: 355
  • Sayı: 354
  • Sayı: 353
  • Sayı: 352